***
Bu söyleşi, 5 Mayıs 1969 tarihinde, yani Adorno’nun vefatından yaklaşık üç ay önce Spiegel dergisinde yayımlanmıştır. Daha sonra ilk İngilizce çevirisi, Encounter dergisinin 33. sayısında (1969) “Barikatlar ve Fildişi Kuleler Üzerine: Theodor Adorno ile Söyleşi” başlığıyla yayınlandı. Ne var ki, Gerhard Richter söyleşiyi, Spiegel’in izniyle ve döneme dair açıklayıcı dipnotlar ekleyerek yeni bir çeviriyle yayınladı. Metindeki dipnotlar, Richter’in dipnotlarından faydalanılarak (bazen kısaltılarak bazen de özetlenerek) eklendi.
***
Spiegel: Profesör Adorno, iki hafta önceye kadar, dünyanın intizamı yerli yerinde görünüyordu…
Adorno: Bana göre hiç de öyle değil.
SP: Öğrencilerinizle gergin bir ilişkiniz olmadığını söylemiştiniz. Derslerinizdeki tartışmaların verimli ve makul olduğunu, kişisel rahatsızlıkların dersi etkilemediğini söylüyordunuz. Ne var ki, halihazırda dersinizi iptal ettiniz.
A: Dersimi bütün dönem boyunca iptal etmedim; yalnızca bir sonraki duyuruya kadar ara verdim. Birkaç hafta içerisinde yeniden başlamayı ümit ediyorum. Dersleri ciddi şekilde akamete uğrayan bütün meslektaşlarım aynısını yaptı.
SP: Şiddete maruz kaldınız mı?
A: Fiziksel şiddete hayır; ama o kadar çok gürültü yapılıyordu ki, dersi dinlemek mümkün olmuyordu. Belli ki, plan buydu.
SP: Bir zamanlar yanınızda olan öğrencilerin bugün size karşı harekete geçme biçimleri mi, yoksa siyasal amaçları mı rahatsız etti sizi? Nihayetinde asilerle aranızda bir uzlaşıya varıldığı söylenebilir sanırız.
A: Farklılıklarımızın ortaya çıktığı yer burası değil. Geçenlerde televizyonda yayınlanan bir söyleşide dile getirdiğim üzere, teorik bir model kurmuş olmama rağmen insanların ellerinde molotof kokteyllerle onu hayata geçirmeye çalışıp çalışmayacaklarını öngörmem mümkün değil. Defalarca alıntılanan bu cümle esaslı bir yorum gerektirir.
SP: Peki, bu cümleyi bugün nasıl yorumlarsınız?
A: Yazılarımda herhangi bir eylem planı ya da belli bir özel mücadele için bir model önermedim. Ben, teorik düşünüşün sanatsal niyetlere ziyadesiyle yakın olduğunu düşünen bir teori insanıyım. Kısa süre önce praksise sırtımı dönmüş filan da değilim; aksine düşüncem praksisle her daim dolaylı bir ilişki içerisindedir. Düşüncemin bazı motiflerinin bilinçte yer edinmesi bakımından belki bazı pratik sonuçları olmuştur; ancak doğrudan pratik eylemleri hedef alarak hiçbir şey söylemedim. 1967’de Berlin’de bana karşı koparılan bu kızılca kıyametten beridir bazı öğrenci grupları, pratik eylemler talep ederek zaman zaman beni dayanışmaya girmeye zorlamaya çalışıyorlar. Bense bunu reddediyorum.
SP: Ne var ki, Eleştirel Teori koşulların olduğu gibi kalmasını talep etmez. SDS öğrencileri, sizden bunu öğrendi.[1] Siz, Profesör Adorno, şimdi pratik bir eyleme katılmayı reddediyorsunuz. Dahrendorf’un iddia ettiği gibi, yalnızca bir “eleştiri ayini” mi yapıyorsunuz?[2]
A: Dahrendorf örneğinde, yeni ve neşeli bir inanç yüce olana hükmetmeye kalkışıyor: Sağda solda ufak tefek şeyleri değiştirirseniz, her şeyin çok daha iyi hale geleceği varsayımı benim açımdan kabul edilebilir değil. Ne var ki, APO[3] üyelerinin sürekli teslim olmam, onlara katılmam yönündeki baskılarıyla karşı karşıya kaldım; bu gençliğimden beri direndiğim bir şey. Konu buraya gelince benim açımdan değişen bir durum yok. Yaptığım, gördüklerimi ve düşündüklerimi kelimelere dökmeye çalışmaktan ibaret. Gelgelelim, söylediklerimle ya da düşüncelerimle ne yapılacağını veya bunların neye dönüştürüleceğini öngörmem mümkün değil.
SP: Fildişi kulesinde oturan bir düşünürsünüz, o halde?
A: “Fildişi kule” teriminden tamamen korkmuyorum. Bu terimin kesinlikle çok daha iyi günleri olmuştu; mesela Baudelaire’in onu kullandığı vakitlerde.[4] Madem konuyu buraya getirdiniz, söyleyeyim: Bir teorinin ortaya çıktığı andan itibaren kendisini praksise tabi kılmasındansa, kendi nesnelliğinin gücüne bağlı kalındığında, pratik sonuçlar doğurma kabiliyetinin çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Günümüzde teoriyle praksis arasındaki talihsiz ilişkinin nedeni, tam da teorinin pratik bir ön-sansüre tabi tutulmasıdır. Örneğin, insanlar beni, kimi öğrencilerin bazı politik amaçlarının sahip olduğu yanıltıcı nitelikleri gözler önüne seren basit şeyleri kâğıda dökmekten men etmek istiyorlar.
SP: Ama bu öğrencilerin arkasında ciddi bir kalabalık var.
A: Küçük bir öğrenci grubu, sadakati tekrar tekrar ve zorla kazanıyor; bu da solcu öğrencilerin büyük bir kısmının tümden direnemeyeceği bir şey. Ne var ki, şunun altını tekrardan çizmek istiyorum: Sanki benim onlara verdiğim bir eylem modeli varmış da, ben bu modele uymuyormuşum gibi davranamazlar. Ortada böyle bir model yok.
SP: Yine de öğrenciler bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak sizin topluma ilişkin eleştirinize gönderme yapıyor. Teorileriniz olmasaydı, muhtemelen öğrenci protestoları bu noktaya ulaşamazdı.
A: Bunu inkâr etme niyetim yok. Yine de bu bağlantı hakkında eksiksiz bir değerlendirme yapmak benim açımdan güç. Örneğin, Horkheimer ile birlikte kaleme aldığımız Aydınlanmanın Diyalektiği’ndeki kültür endüstrisi üzerine bölüm olmadan kamuoyunun manipüle edilişine dair bir eleştirinin (ki, bunun betimleyici biçimi bile gayet makuldür) yapılamayacağına inanmak isterim. Ne var ki, bana kalırsa teori ile praksis arasındaki ilişki üzerine çoğu zaman oldukça indirgeyici bir tarzda düşünülüyor. Eğer biri, yirmi yıl boyunca benim kadar yoğun bir biçimde bu konu üzerine düşünmüş ve yazılar kaleme almışsa dümenini genel bilince doğru kırar.
SP: Böylece de praksise doğru?
A: Muhtemel tabii, ama mecburi değil. Kaleme aldığımız metinlerde, bireysel denilen eylemlerin değeri, toplumsal bütünlüğe yapılan vurguyla sınırlandırılır.
SP: Peki, bireysel eylemler olmadan toplumsal bütünlük nasıl değişebilir?
A: Bu bana defalarca soruldu. “Ne yapmalı?” sorusuna genellikle tek bir yanıtım oluyor: “Bilmiyorum.” Ben, yalnızca bıkıp usanmadan durumu analiz edebilirim. Bu süreçte “Şayet eleştiriyorsan, nasıl daha iyi olacağını da söylemek zorundasın” yaklaşımıyla epeyce azarlandım. Gelgelelim, bunun bir burjuva önyargısı olduğunu düşünüyorum. Tarihsel açıdan bakıldığında, tamamen teorik niyetlerin izlendiği bazı çalışmaların bilinci ve dolayısıyla toplumsal gerçekliği değiştirdiği sayısız örnek olduğu görülür.
SP: Eleştirel Teori’yi inşa eden yazılarınız öteki teorilerden farklı bir konumda. Teori, gerçekliği yalnızca ampirik açıdan betimlemekle yetinmemeli, aynı zamanda toplumun doğru bir biçimde şekillendirilmesi üzerine de kafa yormalı [mit bedenken] demiştiniz.
A: Orada pozitivizmin eleştirisini yapmakla uğraşıyordum.[5] Ayrıca, kafa yormalı [mit bedenken] dediğimi unutmayın. Bu cümle kesinlikle insanlara nasıl davranmaları gerektiğini söyleyecek kadar küstah davrandığım bir şekilde yorumlanamaz.
SP: Tamam ama bir zamanlar Eleştirel Teori’nin “altında barbarlık biten her taşı kaldırması” gerektiğini de söylemiştiniz. Eğer öğrenciler şimdi bu taşı fırlatıyorsa, yaptıkları çok mu anlaşılmaz?
A: Kesinlikle değil. Onların aktivizminin [Aktionismus] izlerinin bir umutsuzluğa kadar sürülebileceğine inanıyorum; çünkü insanlar küçücük bir gücün aslında toplumu nasıl değiştirebileceğini sezerler. Ne var ki, bu bireysel eylemlerin aynı ölçüde başarısızlığa yazgılı olduğuna kaniyim; bu durum Fransa’daki Mayıs isyanlarında kanıtlandı.[6]
SP: Eğer bireysel eylemler anlamsızsa, o halde geriye sadece -SDS’nin sizi suçladığı- “eleştirel acizlik” kalmıyor mu?
A: Grabbe’nin bir cümlesi var: “Bizi yalnızca umutsuzluk kurtarabilir.”[7] Oldukça kışkırtıcı ama tümden manasız değil. Günümüz toplumunda yaşayan birini umutsuz, kötümser ve menfi hissettiği için suçlayamam. Sırtlarındaki psikolojik yükü hafifletmek için nesnel umutsuzluğun üstünü doğrudan eylemin şamatacı iyimserliğiyle zoraki bir biçimde örtenlerse kandırılmıştır.[8]
SP: Meslektaşınız ve aynı zamanda Eleştirel Teori’nin önemli isimlerimden Jürgen Habermas, bir yazısında, öğrencilerin “imgesel bir kışkırtıcılığı” olduğunu ve bunun da bazı şeyleri gerçekten değiştirdiğini teslim etmişti.[9]
A: Bu noktada Habermas’a katılabilirim. Bu arada sonuçlarını henüz bilemediğimiz üniversite reformunun öğrenciler olmaksızın hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceğine inanıyorum.[10] Ayrıca, bugün toplumumuzda çok yaygın olan aşırı basitleştirme sürecine yönelik genel dikkatin öğrenci hareketi olmadan billurlaşmayacağına da kaniyim. Daha somut bir şeyden söz edelim. Mesela, Ohnesorg cinayeti soruşturması gibi korkunç bir hikâye, Berlin’deki öğrenciler sayesinde herkesin zihnine nakşedildi.[11] Bu vesileyle şeffaf oldukları sürece kapımı pratik sonuçlara tamamen kapatmadığımı söylemek istiyorum.
SP: Sizin için hangi durumlarda şeffaftılar?
A: Olağanüstü Hal Yasaları’na [Notstandsgesetze] karşı eylemlere katılmıştım ve ceza hukuku reformu alanında elimden geleni yaptım. Ne var ki, bir şey yapmakla üniversite bahçesinde yarı delirmiş halde sağa sola taş atmak arasında kati bir fark var.
SP: Bir eylemin değerli olup olmadığına neye göre karar veriyorsunuz?
A: Evvela bu karar büyük ölçüde somut duruma bağlıdır. İkincisi, her türden şiddet kullanımına karşı güçlü çekincelere sahibim. Şiddetle mücadele etmek için yine şiddete başvurmak gerektiği şeklindeki ebedi döngüyü reddetmemiş olsaydım, bütün hayatımı -Hitler döneminde yaşadıklarımı ve Stalinizm döneminde gözlemlediklerimi- reddetmiş olurdum. Benim açımdan yegâne anlamlı dönüştürücü praksis, şiddet içermeyendir.
SP: Faşist bir diktatörlük altında olsa bile mi?
A: İşlerin farklı olabileceği durumlar vardır elbette. Gerçek bir faşizme ancak şiddetle tepki verilebilir. Bu noktada son derece katıyım. Ne var ki, totaliter devletlerde milyonlarca insanın öldürülmesinin ardından bugün halen şiddet vaizliği yapanların yolunu yürümeyi reddediyorum. Belirleyici eşik budur.
SP: Öğrenciler oturma eylemleriyle Springer gazetelerinin teslimatını engellemeye kalkıştıklarında bu eşiği mi aştılar?[12]
A: Oturma eyleminin meşru olduğunu düşünüyorum.
SP: Peki bu eşik, öğrenciler derslerinizi gürültü yapıp cinsel gösteriler sergileyince mi aştı?
A: Bunu, bana, yani insanlara yönelik her türden erotik baskıya ve cinsel tabuya karşı birine yaptıklarını bir düşünün! Benimle alay edildiğini ve hippi gibi giyinmiş üç genç kadının kıyafetlerini çıkarıp üzerime fırlattığını! Bunu son derece itici buluyorum. Bunu yaparak elde ettikleri tepki, üç çıplak kadının göğüslerini görünce “ehe.. ehe…” diye kıkırdayan (der Hihi! kichert) bir cahilin (Spießbürger) tepkisinden başka bir şey değildi. Bu saçmalık haliyle önceden planlamıştı.
SP: Bu alışılmadık eylem belki de teorinizi rahatsız etme amacı taşıyordu?
A: Bu türden eylemlerin derslerimin içeriğiyle pek ilgisi olduğunu düşünmüyorum; aşırılık savunucuları için önemli olan görünürlüktür. Unutulma korkusundan mustariptiler. Bu şekilde kendi görünürlük çabalarının köleleri haline gelirler. Benimki gibi bin kişinin katıldığı bir ders, açık ki, aktivist propaganda için müthiş bir forum.
SP: Bu eylem aynı zamanda bir umutsuzluk jesti olarak düşünülemez mi? Belki de öğrenciler, en azından toplumsal praksise tercüme edilebileceğini düşündükleri bir teoriye bağlı kaldıklarını düşünmüşlerdir?
A: Öğrenciler benimle bir kez bile konuşmaya çalışmadı. Bugün öğrencilerle ilişkimi çok daha zorlu hale getiren husus, taktiklerin öncelikli hale getirilmesidir. Arkadaşlarımla birlikte, titizlikle hesaplanmış planlarda salt nesnelere indirgendiğimizi hissediyoruz. Ne de olsa -özgürlük açısından kurucu olan- azınlık hakları fikri, artık hiç önemli görünmüyor. Kişiler, meselenin nesnelliğiyle [Objektivität der Sache] kendilerini kör ediyor.
SP: Siz de bu türden suiistimaller karşısında savunmacı olmayan bir strateji izliyorsunuz o halde?
A: İlgi alanım giderek felsefi teoriye odaklanıyor. Herbert Marcuse’ün bir yere kadar yaptığı gibi, pratik tavsiyeler vermeye başlarsam bu verimliliğimi azaltır. İşbölümüne dair pek çok eleştiri dillendirilebilir; ancak gençliğinde bu kavrama acımasızca saldırmış Marx bile sonradan işbölümü olmadan yapamayacağımızı kabullendi.[13]
SP: Kendiniz için teori kısmını seçtiğinize göre öyleyse pratiği başkalarına bıraktınız; aslına bakılırsa onlar tam da bu kısımla ilgileniyor. Teorinin aynı anda praksisi yansıtması tercih edilmez mi? Hatta, bir soru daha ekleyelim, tam da şu anki eylemleri yansıtması tercih edilmez mi?
A: Benim de böyle davranabileceğim durumlar var. Gelgelelim, şu anda eylemciliğin anatomisi üzerinden düşünmek bana çok daha önemli görünüyor.
SP: Daha fazla teori diyorsunuz yani?
A: Bu noktada teoriye daha çok değer veriyorum. Bu konularla, söz konusu çatışmalar patlak vermeden çok önce -özellikle Negatif Diyalektik kitabımda- ilgilenmiştim.
SP: Negatif Diyalektik’te şöylesi bir teslimiyet buluyoruz: “Bir zamanlar miadı dolmuş gibi görünen felsefe yaşamaya devam ediyor; çünkü onu gerçekleştirme uğrağı ıskalandı.” Bütün ihtilafları bir yana bıraktığımızda böylesi bir felsefe “aptallık”a dönüşmez mi? Bu insanın kendine sorduğu bir soru.
A: Ben, işlevsel ve pragmatikleşmiş bir dünyada praksise yönelik genel bir zorlamanın çatısı altında yaşasak da, halen teoriye tutunulması gerektiğine inanıyorum. Dahası, yaşanan son olayların beni yazdıklarımdan caydırmasına da müsaade etmeyeceğim.
SP: Şimdiye değin diyalektik düşünüşünüz, geri çekilmenin [resignation] -dostunuz Habermas’ın bir zamanlar söylediği gibi- “en karanlık noktaları”nda “ölüm dürtüsünün yıkıcı etkisi”ne teslim oldu.
A: Pozitif olana zorlanmanın ölüm dürtüsünden neşet ettiğini söylemeyi tercih ederim.
SP: O halde felsefenin erdemi, tam da gözünün önünde olup biten olumsuza müdahale etmemesi mi?
A: Felsefe bizzat acil tedbirler ya da değişikler öneremez. Tam da teoride kalarak değişim yaratır. Bir insan benim yaptığım gibi düşünüp yazdığında bunun aynı zamanda bir direniş biçimi olup olmadığı en azından bir kere aklın ucundan geçirilmeli. Teori aynı zamanda praksisin sahih formu değil midir?
SP: Eleştirel düşüncenin ötesine geçen eylemleri (mesela Yunanistan örneğinde) desteklediğiniz durumlar yok mu?[14]
A: Yunanistan’daki her türden eylemi destekleyeceğimi söylemeye gerek bile yok. Oradaki durum, buradakinden tamamen farklı. Ne var ki, güvenli konumda olan birinin başkalarına bir devrim başlatmalarını tavsiye etmesi, insanın kendinden utanmasını gerektirecek kadar saçma bir eylemdir.
SP: Öyleyse toplumsal koşullara dair bir analiz geliştirmeyi, Federal Cumhuriyet’teki faaliyetinizin en anlamlı ve zorunlu veçhesi olarak görmeye devam ediyorsunuz.
A: Evet ve kafamı son derece özgül tekil fenomenlere gömmemek için zorunlu olduğunu düşünüyorum. Estetiğe ilişkin büyük bir kitap üzerinde çalıştığımı açık açık söylemekten utanmıyorum en azından.[15]
SP: Profesör Adorno, bu söyleşi için teşekkür ederiz.
Notlar
[1] “SDS”, 1946’da Sosyal Demokrat Parti’nin desteğiyle kurulan “Sozialistischer Deutscher Studentenbund”un (Sosyalist Alman Öğrenciler Birliği’nin) kısaltmasıdır. [2] Soruda adı geçen eleştirmen Lord Ralf Dahrendorf (d. 1929), Almanya doğumlu İngiliz sosyolog ve FDP (Hür Demokratik Parti) politikacısıdır. Adorno ile Dahrendorf arasındaki teori ile pratik ilişkisine dair tartışma, Nisan 1968’de Frankfurt’ta düzenlenen -ve Adorno’nun “Geç Kapitalizm ya da Sanayi Toplumu?” başlıklı açılış konuşmasını yaptığı - “Deutscher Soziologentag” (“Alman Sosyologlar”) konferansında yaşanmıştı. Dahrendorf, ertesi gün kendi sunumunda Adorno’nun konuşmasını eleştirerek yoğun bir tartışma başlatmıştı. Dahrendorf’un Adorno’ya yönelik eleştirisi ve diğer tartışmalar konferans metinlerinin toplandığı şu kitapta yayınlandı: Spätkapitalismus oder Industriegesellschaft? Verhandlungen des 16. Soziologentages. Im Auftrag der Deutschen Gesellschaft für Soziologie herausgeben von Theodor W. Adorno (Stuttgart: Elms, 1969). [3] “APO” kısaltması, Alman öğrenci ve Yeni Sol hareketlerin ortak adı olan “Außerparlamentarische Muhalefet” (“Parlamento dışı muhalefet”) ve Alman parlamentosunda temsil edilmeyen daha küçük muhtelif muhalif gruplara gönderme yapmaktadır. “APO”, 1 Aralık 1966 tarihinde Kurt Georg Kiesinger’in muhafazakâr CDU/CSU’su ile Willy Brandt’in sosyal demokrat SPD’si arasında kurulan -ve böylelikle Alman parlamentosunda neredeyse hiçbir muhalefetin kalmadığı- “Büyük Koalisyon”a tepki olarak 1967’de kuruldu. [4] Adorno, başka hususların yanı sıra, Baudelaire’in Fransa’da İkinci Cumhuriyet’i başlatan 1848 devrimine başlangıçta verdiği desteği ve daha sonra devrimin sonuçları nedeniyle hayranlığı yitirmesinden dolayı siyasi yaşamdan çekilmesine gönderme yapıyor. [5] Adorno burada, Alphons Silbermann’ın savunduğu pozitivist yaklaşımla girdiği ve “Positivismusstreit” (Pozitivizm tartışması) denilen bir polemiğe gönderme yapıyor. Bkz. özellikle Theodor W. Adorno vd., Der Positivismusstreit in der deutschen Soziologie (Neuwied: Luchterhand, I969). [6] Adorno burada, aralarında Jean-Paul Sartre, Michel Foucault ve Jacques Derrida’nın da bulunduğu pek çok Fransız entelektüelinin parçası olduğu bir dizi grev ve genel isyan girişiminin ardından Paris’te şiddetli bir biçimde polis baskısına maruz kaldığı Mayıs 1968 olaylarını anımsatmaktadır. Kanlı sokak çatışmalarının ve iç savaşı andıran kargaşanın ardından Charles De Gaulle, Fransız Ulusal Meclisi’ni feshedip yeni parlamento seçimleri başlatmıştı. [8] Adorno, 1956’daki Macar ayaklanmasında hayatını riske atan ve daha sonra tutumu yüzünden kendisini eleştiren Georg Lukács gibi isimlere gönderme yapıyor. [9] Söz konusu yazı, Habermas’ın 1969’da yayınladığı “Protestbewegung und Hochschulreform” (“Protest Hareket ve Üniversite Reformu”) başlıklı yazıdır. Yazıyı şurada bulabilirsiniz: Kleine Politische Schriften l-IV (Frankfurt am Main: Suhrkamp, 1981) 265-303. [10] Bu reform, Federal Cumhuriyet’teki üniversite sisteminin demokratikleşmesini hedefliyordu. Reformda öğrencilerin en yaygın sloganlarından biri olan “Unter den Talaren—der Muff von 1000 Jahren” (“Cübbelerinin altından bin yıllık koku geliyor”), öğrencilerin profesörlere karşı tutumunu gözler önüne serer. [11] Benno Ohnesborg isimli öğrenci, demokratik ayaklanmaları bastıran ve politik baskının simgesi haline gelen Şah Rıza Pehlevi’nin Berlin ziyareti nedeniyle 2 Haziran 1967’de düzenlenen gösteri esnasında vurulup ölmüştü. [12] Almanya’daki Springer Yayınevi çoğunlukla sağcı ve muhafazakâr bir çizgide görülür. Bu grup, Almanya’da en çok okunan tabloid Bild-Zeitung ve Die Welt gibi gazetelerin yayıncısıdır. Bu dönemde -özellikle APO mensupları tarafından- Springer karşıtı pek çok eylem yapıldı. [13] Adorno, işbölümü tartışmasında muhtemelen bir yandan Marx’ın erken döneminde kaleme aldığı -işbölümünü eleştirdiği- Pariser Manuskript’ine, öte yandan da geç döneminde kaleme aldığı -daha pragmatik bir biçimde “özgürlük alanı” ve “zorunluluk alanı”nı bir araya getirdiği- Kapital’in üçüncü cildine atıf yapıyor. Karl Marx, Das Kapital, cilt: 3 (Berlin: Dietz, 1987) s. 828. [14] 21 Haziran 1967 tarihinde General Gregorius Spandidakis’in önderliğindeki Yunan ordusu darbe yaptı ve askeri rejim kurulup demokrat siyasetçiler tutuklandı. Constantine Kollias yeni başbakan ilan edildi. Albay Georgios Papadopulos Aralık ayında yeni başbakan oldu ve bir yıl sonra da fiili olarak diktatör oldu. Yunanistan 1973’in sonuna doğru demokratik koşullara geri dönmeye başladı. [15] Ağustos 1969’da Adorno’nun vefat etmesi nedeniyle yarım kalan bu çalışma, vefatından bir yıl sonra Adorno’nun eşi Gretel Adorno ve öğrencisi Rolf Tiedemann’ın editörlüğüyle Ästhetische Theorie [Estetik Teori] adıyla yayınlandı. Theodor W. Adorno, Ästhetische Theorie (Frankfurt am Main: Suhrkamp, 1970).
Comments