“…devlet makinesi, yönetim aygıtı ve organı, her zamankilerdir: sürekli ordu, polis, pratik olarak görevden alınamaz, ayrıcalıklı, halkın üstüne konmuş memurlar topluluğu.”
V.I. Lenin[1]
Covid-19 pandemisinin sadece tıbbi ve epidemiyolojik yıkıma yol açmadığı artık daha net anlaşıldı. Salgının ilk günlerindeki panik havasında tuvalet kâğıdı için izdiham görüntüleri, gıda maddeleri stoklamak için uzanan metrelerce kuyruklar, kimi süpermarketlerde son kalan ürün için birbiriyle dövüşen insanlar, post-apokaliptik bir filmden sahnelere benzeyen görüntüler hatırlanabilir. Virüs, biyolojik olduğu kadar ekonomiden siyasete, tüketim alışkanlıklarından gündelik yaşam rutinlerine dek pek çok alanda kendi kodlarını oluşturdu. Ölüm sayılarının ve enfeksiyonun yayılım hızının geometrik artışı, farklı kapitalist toplumların (kamu organizasyonu, sağlık hizmetlerinin sunumu, sosyal güvenlik kapsamları vd.) özgünlüklerine göre değişkenlik gösterse de, epik burjuva uygarlığının kırılganlığını gözler önüne serdi.
Virüsün ulus-devletler ölçeğindeki yıkıcı izdüşümlerinin toplamı, fütürizm ile fatalizm salınımında kritik tartışmaların alevlenmesine vesile oldu. Sosyo-iktisadi hayatın ve kitlesel tüketimin yapıtaşlarının değiştiği, eski normalin sona erdiği ve yeni normal çağın başladığı, kapitalizmin geleceğinin olumsuz etkilendiği, neoliberalizmin sonunun geldiği, neo-Keynesyen refah devleti 3.0’ın yükseleceği gibi “iyimser” tezler ve temenniler dile getirildi. Salgının ilk aylarında devletlerin aldığı palyatif tedbirler nedeniyle yeni kamuculuk tartışmaları da bu tezlere ve temennilere eşlik etti.
Ne var ki, İngiltere Başbakanı Johnson tarafından öne sürülüp tepki topladığı için geri çekilen sürü bağışıklığı stratejisinin, salgının sekizinci ayında tüm kapitalist devletler tarafından farklı biçimler altında uygulandığı ve uygulanmaya devam ettiği ortaya çıktı. Salgın boyunca huzurevleri ve cezaevlerinde kalanların gözden çıkarılabilir sayılarak ihmal edilmesi, yaşlı bireylerin tedavi ve yatış aşamasında ikinci plana itilmesi, metalaşan sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri kapsamında evsiz, işsiz, yoksul kişilerin tedaviye erişememeleri, sınıfsal sürü bağışıklığı stratejisinin fiilen yürürlüğe koyulduğunun kanıtı. Covid-19 aşısının formülüne ilişkin fikri mülkiyet ve patent tartışmaları da, aşılama programlarında kimlere öncelik verileceğine karar verilmesi de, sınıfsal sürü bağışıklığı stratejisinin bir parçası olduğu epidemiyolojik neoliberalizmin[2] virüsle mücadele perspektifini ortaya koyuyor.
Viral krizin kapitalizmin sonunu getirip getirmeyeceği tartışmaları devam ederken, farklı kapitalist toplumlarda eşzamanlı bir şekilde devleti yeniden yapılandırma ve sömürüyü yoğunlaştırma arayışları sürüyor. Karl Marx ve Friedrich Engels’in şu saptaması bu bağlamda anlamlı: “[K]rizlerde öyle bir toplumsal bulaşıcı hastalık ortaya çıkıyor ki, bu hastalık daha önceki tüm dönemler için saçma görünürdü —aşırı üretim denen salgın hastalık.”[3] Sermaye sınıfları, gerek küresel meta zincirlerindeki ve ulusal ölçekteki pazar konumlarını, gerekse (emek-yoğun veya teknoloji-yoğun üretimlerine göre) üretim kapasitelerinin durumlarını salgına göre yeniden ayarlıyor.
ABD’de “pandemi ekonomisi” olarak adlandırılmış, karantina günlerinde hane içi tüketime hitap eden eğlence (TV paketleri, sinema kanalları, bilgisayar oyunları), teknoloji (telekomünikasyon, haberleşme hizmetleri), kimya (ilaç, dezenfektan, anti-septik) ve lojistik (kargo, kurye) alanlarda faaliyet gösteren tekelci sermaye yüksek kâr oranlarına ulaşırken[4], başta ulaştırma hizmetleri olmak üzere bazı sektörler pazar paylarını kaybetmiş, üretime ara vermiş veya tedarik zincirleri bozulmuş, devlet sübvansiyonuyla ayakta kalabilmiştir. Bu nedenledir ki, sermaye birikimini, kâr marjlarını ve mal ve hizmet üretimini artırarak telafi edebilmek için Marx ve Engels’in “aşırı üretim hastalığı” dediği olgu baş göstermiştir ve bu hastalık, “ticaret krizlerinde, yalnız üretilen ürünlerin değil, oluşturulmuş üretici güçlerin de büyük kesiminin” yok olmasına yol açmaktadır.[5]
200. yaşını kutladığımız Engels’in Anti-Dühring’inde[6] nüveleri bulunan perspektif eşliğinde hastalığın tanısını net olarak koymamız mümkündür. Bu yazıda, kapitalizmin viral evresinde post-neoliberalizm, post-kapitalizm, neo-Keynesyenizm gibi, kapitalist üretimin devamlılığını merkeze alan, toplumsal artığın paylaşımında işçi sınıfının ve yoksulların görece avantajlı olacağı varsayımına dayanan, sonu tatlıya bağlanan “iyimser” neo-Dühringçi yaklaşımlardan farklı olarak, egemen sınıfların geçiş formu arayışında olduğu vurgulanacak. Devletin yeniden düzenlenmesi ve toplumsal artığa nasıl el koyulacağı sorunsalı küresel sermayenin ajandasında yer alan önemli bir başlık olduğu için, “ideal kolektif kapitalist olarak devlet” yaklaşımı ve bu ekole yöneltilen eleştiriler çerçevesinde bir devlet tartışması yürütülmeye çalışılacaktır. Kapitalist üretim ilişkilerini izole ederek yürütülen liberalizm ve neoliberalizm “eleştirilerinin eleştirisine” yer verilecektir.
I.
Sermaye sınıflarının geçiş formu arayışını somutlaştırmak için, 1970’lerin sonundan 1980’lerin ortasına refah devletinden neoliberal devlete geçiş tartışmaları hatırlanabilir. Moreno ve Palier, 1945-1975 arasında “altın çağını” yaşayan refah devleti kapitalizminin 1970’lerin sonunda “gümüş çağı”na geçtiğini belirtir: Bu dönemde birikim rejimi ve düzenleme tarzı küresel ölçekte değişmeye başlamıştır. Sermaye birikiminin asli ihtiyaçlarına göre kapitalist devlet yapısal olarak değişirken, Fordist üretim paradigmasına bağlı olarak hukuksal yapı (özellikle emeğin anayasal kazanımları), talep yönlü politikalar ve kurumsal-merkezi planlama krizin nedenleri arasında kabul edilmiştir. Buradaki kritik nüans, Keynesyen refah devleti döneminden neoliberal döneme geçişin bir anda gerçekleşmediği, krizi aşmaya dönük olarak sermaye mantığının (capital logic) geçiş sürecinde bir form arayışına girdiğidir. Genel olarak neoliberalizmin şablon görünümleri yerine, somutta neoliberalizmin alt-biçimlerde yani farklı toplumsal formasyonlardaki geçiş sürecindeki özgün dönüşümler vurgulanmaktadır. Örneğin, Bob Jessop “Schumpeterci Çalışma-Refah Devleti (Workfarizm State)” kavramsallaştırmasıyla[7] refah devletinden neoliberalizme geçiş sürecinde esneklik ve girişimcilik gibi olguların yükselişinden, arz yönlü politikalarla rekabetin arttığından, devlet politikalarında piyasanın ihtiyaçlarının öne çıktığından bahseder; özel sektör ile kamu sektörü arasındaki dengenin değişimini geçiş süreci çerçevesinde değerlendirir.
Geçiş tartışmasını bu bağlamda değerlendirdiğimizde, kapitalist üretim tarzının özel mülkiyet ve sömürü gibi ana akslarındaki temel bir dönüşümden ziyade, devlet biçimi ölçeğindeki değişimi düşünmek gerekir. Egemen sınıfların iktisadi ve siyasi düzlemlerde egemenliğinin sağlanması için, daha da özelinde sermayenin varlık koşullarının garanti altına alınıp yeniden üretilmesi için, devlet aygıtı da yeni duruma göre yeniden düzenlenmelidir. Devletin baskı aygıtlarının çeşitlendirilmesi (yeni istihbarat ve jurnallik teknolojisi, gözetleme ve denetleme sistemleri) ve sayısal olarak çoğaltılmasının dışında, piyasa ilişkilerini düzenleyecek hukuki ve idari teşkilatlanma da hayata geçirilmelidir. Salgının mübadele ve dolaşım aşamalarında yarattığı tahribatı minimum seviyeye indirme noktasında egemen sınıfların çeşitli önerileri de gündeme gelmektedir.
Büyük burjuvazinin önemli isimlerinden, Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucu başkanı Klaus Schwab, Covid-19: The Great Reset (Temmuz 2020) kitabında, salgın krizinin neoliberalizmin miadının dolduğunu gösterdiğini ifade ediyor ve neoliberal ideolojiyi açık bir dille eleştiriyor:[8]
Değişmesi gereken şeylerin başında neoliberal ideoloji geliyor. Kökten-serbest-piyasacılık işçi haklarını erozyona uğratmış ve iş güvenliğini yok etmiş, devletin ekonomideki rolünü sıfırlamış, vergiden kaçınmayı özendirmiş ve devasa boyutta yeni küresel tekellerin oluşmasına yol açmıştır. Kapitalizmi yaşatabilmek için neoliberal ideolojiden kurtulmak şart haline gelmiştir.
The Economist, Financial Times, Foreign Affairs gibi büyük burjuva basınında ve Davos toplantılarında uzun süredir devam eden “kapitalizmin geleceği” sorunsalı, salgınla birlikte hızlanmış ve daha yüksek perdeden sert eleştirilerle(!) ifade edilmeye başlamıştır. Schwab’ın “kapitalizmi yaşatma” telosu, Dünya Ekonomik Forumu’nun 2012 yılındaki açılışında “20. yüzyıl kapitalizmi, 21. yüzyıl toplumunda işe yaramıyor mu?” temasında sorulmuştu. Financial Times’ın baş ekonomi yazarı Martin Wolf, 2018 yılındaki Davos toplantısı öncesinde “Liberal Uluslararası Düzen Hasta” başlığıyla bir yazı kaleme almış, Foreign Affairs dergisi ise 2020 yılının ilk sayısında “Kapitalizmin Geleceği” dosyası hazırlamıştı. Arka arkaya sıralanacak bu örneklerin kesişim kümesinde üç öğe beliriyor:
1) Kapitalizmin geleceği/kapitalizmi yaşatma teması, sermaye ihraç eden merkez kapitalist ülkeleri tartışmanın merkezine yerleştiriyor.
2) Sömürgeciliğin ve emperyalist zincirin yol açtığı sınıfsal eşitsizlik, çatışma, yağma üzerinde yükselen sömürü ilişkileri görünmezleştiriliyor.
3) Toplumsal üretim araçlarının sahipliğine dayalı burjuva özel mülkiyet ilişkisine dokunmadan, (servet) vergi düzenlemelerine dayalı yama önerileri reçete olarak sunuluyor. Thomas Piketty ve ekibinin “Demokrasi için Manifesto”da dile getirdiği demokrasinin finansmanı için serveti vergilendirme önerisini, Foreign Affairs’te Joseph Stiglitz, Todd Tucker, Gabriel Zucman da dile getiriyor.
Özel çıkarını genel çıkar şeklinde örgütleme kapasitesini yitiren egemen sınıfların ekonomik ve siyasal meşruiyet krizini aşabilmek amacıyla başlattığı tartışmalar, salgın döneminde acil somut yanıtlara ihtiyaç duyar hale bürünmüştür. Bu durum sebepsiz de değildir. Marksist iktisatçı Michael Roberts’ın gösterdiği üzere kâr oranları yıllar bazında düşme eğilimi göstermektedir[9] [grafik 1]; tekil düzeyde servet artışına karşı IMF’ye göre küresel ekonominin 2020 yılında yüzde 4,4 küçüleceği tahmin edilmektedir[10]; 2021 yılında Avrupa için büyüme tahmini Fitch’in değerlendirmesine göre yüzde 5,5’ten yüzde 4,5’e gerileyecektir[11]; Dünya Ticaret Örgütü verilerine göre 2021 yılı yüzde 21’lik artış beklentisi yüzde 7,2’ye çekilmiştir.
II.
Egemen sınıfların salgınla birlikte kapitalizmin geleceğine dair gündeme getirdiği sorular, “kapitalizmin krizi” (crisis of capitalism) düşüncesine dayanıyor. Kapitalizm içerisindeki kriz (crises in capitalism) dönemlerinden farklı olarak, salgın, finans kapital üzerinde yükselen küresel kapitalizmin yaralanabilirliğini, virüsün insandan insana bulaş misali Uzak Asya piyasalarından ABD piyasalarına hızlıca bulaştığını ortaya koyuyor. Bu da genel olarak sermayeyi korumaya dönük devletin yeniden düzenlemesi düşüncesini baskın hale getiriyor.
Jessop, Picciotto, Holloway ve Hirsch gibi devlet teorisyenlerinin yer yer hak verdiği ama eleştirdiği sermaye mantığı okulunun “ideal kolektif kapitalist olarak devlet” düşüncesine göre, geçiş döneminde devletin biçimi ve işlevi üzerine bazı düşünceler ileri sürülebilir. “İdeal kolektif kapitalist olarak devlet”, talebi sağlamak, üretimi yeniden örgütlemek, rekabet koşullarını düzenlemek için piyasaya müdahale eder.[12] Engels’in Anti-Dühring’teki devlet tanımında andığı ifadeler bu yaklaşımın öncülü sayılabilir: “Modern devlet, biçimi ne olursa olsun esasen kapitalist bir makinadır, kapitalistlerin serveti toplam ulusal sermayenin ideal kişileştirilmesidir.”
“İdeal kolektif kapitalist olarak devlet” kavramsallaştırması özgün bir devlet biçiminin adı olmaktan ziyade, sermaye ilişkisinin bir biçimi olarak devletin fonksiyonlarına işaret eder. Bu yaklaşımda, sermayenin otonom bir şekilde kendisini yeniden üretemeyeceği, yeniden üretim koşullarını tesis edemeyeceği, Anti-Dühring’te de geçen piyasa ilişkilerini düzenleyemeyeceği ve piyasa anarşisine yol açacağı fikri öne çıkar. Kapitalist toplumsal formasyonun devamlılığı herhangi bir tekil sermayenin bireysel çıkarlarına dayandırılamaz. “İdeal kolektif kapitalist olarak devlet”, piyasaya sınırsız güçle müdahale ederek özel sektörden rol çalan değil, aksine, azalan kârlılığa ve üretime karşı önleyici müdahalede bulunan, üretken sermayeyi çeşitli mali enstrümanlarla destekleyen bir yapıdır.
Financial Times’tan Martin Wolf’un salgının yol açacağı sonuçlara dair yazısında devlet müdahalesinin artacağına dair vurgusunu, hükümetlerin ekonomideki rolünün genişleyeceği tespitini bu bağlamda düşünebiliriz. Küresel tedarik zincirlerinin bozulması ve ulusal pazarlarda talebin daralması karşısında devletlerin açıkladığı kurtarma paketleri, ekonomik canlandırma hedefiyle piyasa ilişkilerini düzenlemenin yanı sıra, sermaye fraksiyonları arasındaki ilişkiyi de düzenlemeyi amaçlamaktadır. Bu noktada devlet, piyasa güçlerine doğrudan tabi olmayan bir kurum olarak gereklidir: Doğrudan bir kapitalist şeklinde değil, sermayenin ortak çıkarlarına denk düşen ayrı bir kurum olduğu ölçüde devlet, ideal bir kolektif kapitalisttir.
Liberal tezlerin büyük bir yanılgıyla laissez faire olarak yorumladığı neoliberalizmde de devletin piyasaya müdahale pratikleri söz konusudur. Devlet, kitlesel meta üretimini, mübadeleyi, mali sistemleri, hukuk aracılığıyla özel mülkiyeti ve ticareti düzenleyebildiği ölçüde sermayenin varlığını garanti altına alabilir. Ücretli emeğin asgari yeniden üretim koşullarını sağlamak, artık-nüfusu belirli bir seviyede tutarak emek gücü üzerine baskı kurmak, işçi sınıfının haklarını piyasa belirlenimine açmak, sömürü koşullarını düzenlemek asli fonksiyonlar arasındadır. Bu açıdan bakıldığında, Roman Rosdolsky’nin belirttiği üzere, hukuki ve mali düzenle, işgücü ve emek disipliniyle ilgili düzenlemelerin yapılması gerekliliği, tekil sermayelerin varlığını göz önüne almaksızın, genel olarak sermaye üzerinden ilerler.[13]
Salgın döneminde devletin piyasaya müdahalesinin biçimiyle ilgili tartışma her ülkenin siyasi ve iktisadi özgüllüğüne göre farklılaşıyor. Ancak post-kapitalizm / post-neoliberalizm eksenli “iyimser” tezlerin türediği kamulaştırma-devletleştirme temennileri, son tahlilde, kapitalist restorasyon projelerine uzanıyor. Örneğin Mart ayında ölümlerin arttığı İspanya’da sağlık sektörünü ilgilendiren bir düzenleme yapılarak özel hastaneler kamulaştırılmıştı. Birkaç ay sonra salgında kamunun öneminin anlaşılması üzerine bu tartışmalar ölçek değiştirerek Türkiye’de kamu-özel ortaklığı projeleri üzerinden yürütüldü. Belirtmek gerekir ki, ne İspanya’da ne de Türkiye’de, bu bağlamdaki tartışmalar sisteme meydan okuma niteliği göstermiyordu.
Sermaye sınıflarının kapitalizmin geleceğine ilişkin projeksiyonlarında devletin rolü ve kamusal güç olarak devletin sınırları tartışılıyor. Türkiye’den bir örnek aracılığıyla, “ideal kolektif kapitalist olarak devlet”in fonksiyonlarına ilişkin sınır tartışmasına somutluk kazandırılabilir. Uluslararası Finans Enstitüsü Baş Ekonomisti Robin Brooks'un da katıldığı, TÜSİAD’ın "Salgın Döneminde Dünya Ekonomisi ve Türkiye'nin Makroekonomik Dengeleri" başlıklı seminerinde Simone Kaslowski, kamunun da özel sektörün tabi olduğu kurallardan muaf bir şekilde aynı piyasada yer almasının hakkaniyetli olmadığı uyarısında bulundu: “Kamunun son zamanlarda özel sektörün halihazırda aktif olduğu alanlarda ağırlığını artırması ve bu piyasalarda aynı zamanda kural koyucu olması adil rekabet ortamını bozmaktadır.” TÜSİAD Başkanı, stratejik bazı sektörlerde devletin özel sektörle işbirliği içerisinde yatırım ve teknolojik gelişimde önayak olmasının faydalı olmasına karşın bunun sınırlarının net bir şekilde belirlenmesi, şeffaflık ve adil rekabet ortamının bozulmaması gereğine dikkat çekti.[14]
Büyük burjuvazinin lokomotif fraksiyonundan gelen bu açıklama rekabet kavramı etrafında anlamlı hale geliyor. Rekabet koşullarında tekil sermayeler ortalama kâr oranlarına ulaşmaya çalışır. Bu da devleti, ya özel yollarla üretimi kârlı olmayan ancak sermaye birikimi için gerekli olan kullanım değerleri arzını sağlamaya yöneltir, ya da doğal tekel içeren kullanım değerlerinin arzını sağlamaya yöneltir. Elmar Altvater’in işaret ettiği üzere, toplam sermaye kendi içerisinde farklı ulusal sermayelere bölündüğü için, devlet kendi tekil ulusal sermayesini korur ve küresel sermaye birikiminin devamlılığı için devletlerle işbirliği yapar.[15] Rekabet koşullarını düzenleyen devletin Covid-19 salgını döneminde ekonomi içerisindeki pozisyonunu “girişimci” olarak büyütmesi, imtiyazlar eşliğinde muafiyet duvarı örmesi, rekabet koşullarını alt üst eder. Bu nedenle, “ideal kolektif kapitalist” olarak devletin, sermayenin toplumsal yeniden üretiminde müdahaleleri sınırlı olmalıdır.
III.
Egemen sınıfların kapitalizmin geleceğinde sorunlar yumağı olarak gördüğü, kimilerine göre ayak bağı olduğu için sonlandırılması gereken neoliberalizm, gerçekte, kolayca vazgeçilecek türden değildir; çünkü, küresel piyasalar finans temelli birikim stratejisine entegre olmuş durumdadır, finans kapitalin egemenliğine bağlı olarak siyasi iktidarlar karakter kazanmıştır. “Kapitalizmin geleceği” sorunsalında çözüm formülleri, neoliberal birikim stratejisinin neyle ikame edilebileceği ve kapitalist meşruiyetin hangi devlet biçimi altında yeniden kazanılabileceği etrafında şekillenmektedir. Ancak genel olarak sermayeyi korumak için yapılan uzun vadeli planların tekil sermayelerin kısa vadeli çıkarlarıyla çatışması başka bir soruna yol açmaktadır. “İdeal kolektif kapitalist olarak devletin” yumuşak karnı burasıdır: Devlet hukuki ve ekonomik aygıtlar aracılığıyla salgın döneminde birden çok sermayeyi gözetmeye çalışırken, sınıf mücadelesinin belirleyiciliği geri plana itilmektedir.
Sermaye fraksiyonları arasında farklı birikim stratejileri ve hegemonya projeleri rekabeti cereyan ederken, sermaye ile emek arasındaki çatışmanın şiddeti bu projelere ve stratejilere yeniden içerik kazandırmaktadır. İşçi sınıfı hareketinin dağınık ve örgütsüz olduğu momentte sermaye projelerinin daha hızlı hayata geçmesi de kaçınılmazlaşmaktadır: ABD’de göçmen tarım işçilerinin saatlik ücretlerinin düşürülmesine dair kanun tasarısı, Şili’de emekli aylıklarından kesinti planı, Hindistan’da yeni özelleştirme programları veya Türkiye’de kısa çalışma ödeneği, fabrikalara özel üretim izni verilmesi, Covid-19’un iş kazası ve meslek hastalığı sayılmamasına yönelik SGK genelgesi… Artık-değerin üretimi için gerekli temel faktörler (emek gücünün değeri ve yeniden üretimi) maliyet olarak görülmekte, işçiler salgın döneminde harcanabilir nesnelere dönüştürülmektedir. Kapital’i izlersek, emek gücünün değerini belirleyen, emek gücünün üretimi, eğitimi, bakımı için gerekli geçim araçlarının değeridir. Emek gücünün “doğal fiyatı”, işçilerin fiziksel varlığını idame ettirecek geçim araçlarından ibarettir. Sınıf mücadelesinde dengenin sermaye lehine ilerlemesi nedeniyle kapitalistler, emeğin yeniden üretimi için harcamak zorunda oldukları değerden kaçınabilmektedir. Bunun pratikteki somutlaşması, işyerlerinde sağlıksız çalışma koşulları ve hak arayışlarını kısıtlayan bürokratik prosedürlerdir.
Yukarıda anılan “iyimser” tezlerin gerçekte somut bir karşılığı yoktur; sermaye birikimine dönük iyileştirmeler merkeze alınmaktadır. Genel bir başlığa yerleştirirsek, kapitalizm-sonrası-kapitalizm tartışmasını yürütenler, özünde “Bay Dühring iktisadı”nın temel görüşlerini paylaşmaktadır. Engels’in betimlemesiyle Dühringvari iktisada göre, kapitalist üretim iyidir ve varlığını sürdürebilir ama kapitalist bölüşüm biçimi metelik etmez ve ortadan kaldırılması gerekir. Serveti vergilendirme, vergi reformları, temel gelir, sosyal güvenlik kapsamının genişletilmesi gibi, bölüşüm ilişkilerine odaklanmış, piyasa enstrümanlarını akort etmeyi amaçlayan yaklaşımlar salgın döneminde devletlere çıkış stratejileri olarak önerilmektedir. Salgının ilk aylarında, Isabelle Ferreras, Julie Battilana ve Dominique Méda tarafından kaleme alınan ve Thomas Piketty, Dani Rodrik gibi imzacıların yer aldığı “Krizden Çıkış Manifestosu” bu bağlamda iyi bir örnek olabilir.[16] Manifesto’da sağlık hizmetlerinin sunumunun ve toplumun en savunmasız kesimlerinin temel ihtiyaçlarının karşılanmasının, tümüyle piyasa koşullarına bırakılamayacağı ifadesi geçmektedir. Ne var ki bahsettikleri sorunların kaynağında yer alan piyasa ilişkilerini üreten ve yeniden üreten koşulların ve sonuçların radikal müdahalesine dair saptamalar yer almamaktadır. Covid-19’un sosyo-ekonomik yaşamdaki radikal izdüşümlerine karşı kapitalist üretim ilişkilerini kamufle eden neo-Dühringçi çözümler, devlet müdahalesinin sınırları ile sermaye çıkarları arasındaki örtüşmeyi görünmezleştirmektedir.
Sermaye birikiminin gelişmesi için devletin piyasaya müdahale biçimleri, siyasette temsil ve yasama ilişkilerini de etkiler. Müdahale kavramını sadece üreticiler ile tüketiciler arasındaki ticari ilişkilerin düzenlenmesi olarak düşünmemek gerekir. Devlet, genel olarak sermayeyi garanti altına alırken, tekil sermayeleri gözettiği ölçüde kapitalist meşruiyetin iktisadi-toplumsal kolonlarını da sağlama alabilir. Salgın döneminde sermaye birikimi açısından zaman faktörü, siyasette karar alma süreçlerinin hızlandırılmasına karşılık gelir. Parlamenter sistemdeki yasama görüşmelerinin/farklı partilerden siyasetçilerin komisyon tartışmalarında kaybettirdiği zamana karşılık Başkanlık gibi merkezi karar alma odaklarıyla güçlü bürokrasi önemli hale gelir.
Kapitalizmin geleceği tartışması aynı zamanda kapitalist devletin geleceği tartışmasıdır.
Devlet olgusunun sınıflı topluma ve sınıf mücadelelerinin seyrine bağlı olmasından hareketle, sadece sermaye mantığı odağından yapılan bir değerlendirme yeterli olmayacaktır. Dünyanın pek çok ülkesinde işten çıkarmalar, emekli maaşlarından kesinti, özelleştirme programları, barınma sorunu, ücretlerin düşürülmesine karşı işçi mücadeleleri devam etmektedir. Salgın boyunca ABD’de 1000’den fazla fiili grev gerçekleştirilmiştir; Hindistan’da hükümetin ekonomik programına karşı 250 milyon işçinin katıldığı grev örgütlenmiştir; Şili’de ücretlerin düşürülmesine karşı büyük sokak protestoları düzenlenmiştir; Türkiye’de başta maden ve metal işçileri olmak üzere yüzlerce gün süren işçi direnişleri mevcuttur. Bu nedenle sermaye rejiminin çıkarlarına göre dizayn edilmiş bir siyaset türünün mutlak belirleyici olduğunu söylemek güçtür. İşçi sınıfı mücadelesi, devlet baskısı, işverenlerin yıldırma taktikleri ve reformist-revizyonist eğilimlerle içten parçalandığı oranda kapitalist kompozisyon güçlenmektedir.
Kapitalist devletin biçim ve fonksiyonları açısından salgın sonrasında major bir değişim söz konusu olmayacaktır. Devletin, yönetim ve baskı işinde uzmanlaşan kamusal güç olarak artık-değerin biricik kaynağı emek gücünün yeniden üretimi için -sermayenin yerine- bir miktar değer harcaması, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarındaki yatırımları artırarak erişim kapasitesini genişletmesi, kurtarma paketleri gibi geçici tedbirlere başvurması, devletin biçim ve fonksiyonlarının değişeceği anlamına gelmemektedir. Çünkü kapitalizmde esas olan toplumsal ilişki, sermaye birikimi sürecidir. Dolayısıyla, kapitalist devletin nesnel olarak konumunu kavramak için de sermaye birikimi sürecine bakmak gerekir. Kapitalizmin gelişimi süreci içinde sermaye birikim süreci değişik biçimler alabilir ve bununla bağlantılı olarak farklı sınıf koalisyonları iktidarı ele geçirebilir. Fakat devletin kapitalist birikim koşullarını sağlama ve koruma görevi hep sürer.
Egemen sınıfa mensup figürlerin yürüttüğü “neoliberalizm” ve “liberalizm” eksenli tartışmalarda kapitalist üretim ilişkilerine temas edilmemesi, yeni bir birikim stratejisi arayışı tam da yukarıda andığımız toplumsal ilişkinin üst belirleniminden kaynaklanmaktadır. Sermaye sınıfları fiili ve pratik düzlemde sömürülen ve bağımlı sınıfların rızasını sağlamaya dönük bir siyasal-hukuki düzen arayışında değildir. İşyerlerinde sömürüyü yoğunlaştıracak teknik ve teknolojik yatırımlara, üretim için özel izin genelgeleri ve iş gününü uzatan yasal düzenlemeler eşlik etmektedir. Uzun vadede ve kuramsal açıdan ise, emekçi sınıfların potansiyel tehditlerini asgari düzeye indirmeye dönük, sistemle bütünleşmelerini hızlandıracak devlet projelerini tartışmaktadır.
Söz konusu projelerin ekseriyeti güvenlik devleti olgusunu dışlamamaktadır. Hirsch’in “güvenlik devleti” tanımına başvurabiliriz.[17] Hirsh’e göre güvenlik devleti, müdahaleci devlet veya refah devleti gibi geleneksel kavramlarla açıklanamayacak toplumsal örgütlenme tarzını içermektedir. Devlet, toplumun bütün bölümlerine nüfuz ederek toplumsal yeniden üretimin asal bir birleşeni haline gelmiştir. Güvenlik devletinin doğuşu, devlet aygıtının güçlü bir şekilde homojenleşmesiyle birlikte gerçekleşir ve siyasal sisteme ait belli örgütlerin göreli özerkliklerinin azalması anlamına gelir. Hirsh, güvenlik organlarının devlet içinde devlet oluşundan bahseder.
Devletin piyasaya müdahalesi, ekonomik boyutunun dışında, gündelik yaşam pratiklerini düzenlemesi ve işçi sınıfını kontrol etmesiyle ilgilidir. Salgından sonra devlet, salgından önceki devletin aynadaki yansıması olacaktır— tek bir farkla, bu sefer ayna eskisine nazaran daha kirlidir. Kapitalist devletin viral dönemde a priori “iyi” olacağını yahut kendiliğinden içerisine doğru büzüşerek sonunun geleceğini düşünmek, a) Sınıf mücadelesini ve çatışkıları dışsallaştırmak, b) azınlık olmasına rağmen örgütlü hareket eden kapitalist sınıfların operasyonel kapasitesini küçümsemek demektir.
Bir sonraki makalede güvenlik devleti olgusu üzerine bir tartışma yürütmeye çalışacağım.
[1] V. I. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev. Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, 2010 [2] Isabel Frey, “Sürü bağışıklığı epidemiyolojik neoliberalizmdir”, Çev. Salih Soysal, https://uni-versus.org/2020/03/24/suru-bagisikligi-ve-neoliberalizm/ [3] Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, https://www.marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/kpm.htm [4] Koronavirüs salgınıyla hangi şirketler yükselişe geçiyor?, BBC Türkçe, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52303413 [5] Karl Marx ve Friedrich Engels, a.g.e. [6] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 2010 [7] Bob Jessop,“The Unamerican Road to Post-Fordism: On the State’s Role in Steering the Knowledge-Based Economy”, 2002, http://www.ssc.wisc.edu/havenscenter/unamerican.rtf 20.06.2002 [8] “Davos'un kurucusu: Kapitalizm için neoliberalizm ölmeli”, soL portal, https://sol.org.tr/haber/davosun-kurucusu-kapitalizm-icin-neoliberalizm-olmeli-17476 [9] Michael Roberts, “A world rate of profit: a new approach”, https://thenextrecession.wordpress.com/2020/07/25/a-world-rate-of-profit-a-new-approach/ [10] “Küresel Ekonomi Bu Yıl Yüzde 4,4 Küçülecek”, VOA Türkçe, https://www.amerikaninsesi.com/a/imf-kuresel-ekonomi-bu-yil-yuzde44-kuculecek/5620066.html [11] “Fitch: Avrupa’daki çift dipli resesyon küresel toparlanma üzerinde baskı oluşturuyor”, AA, https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/fitch-avrupa-daki-cift-dipli-resesyon-kuresel-toparlanma-uzerinde-baski-olusturuyor/2034692 [12] Bob Jessop, “Recent Theories of the Capitalist State”, State Theory: Putting the Capitalist State in its Place içinde (Cambridge: Polity Press, 1990), 24-47. [13] Roman Rosdolsky, “Comments on the Method of Marx’s Capital and its Importance” New German Critique, 1/3, 62-72 [14] “Salgın Döneminde Dünya Ekonomisi ve Türkiye’nin Makroekonomik Dengeleri”, https://www.tusiad.org/tr/basin-bultenleri/item/10635-salgin-donemi-nde-dunya-ekonomi-si-ve-turki-ye-ni-n-makroekonomi-k-dengeleri-webi-nari-duzenlendi [15] Aktaran Colin Hay, “Marksizm ve Devlet”, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde, (ed.) Taner Yelkenci, Nota Bene, 2013 [16] “Work: Democratize, Decommodify, Remediate”, https://democratizingwork.org/ [17] Joachim Hirsch, “Fordist Güvenlik Devleti ve Yeni Toplumsal Hareketler”, Devlet Tartışmaları Marksist Bir Devlet Kuramına Doğru içinde, (ed) Simon Clarke, Ütopya Yayıncılık, 2004
Comments