top of page
Writer's pictureSiyasal İktisat

Milton’ın Mitleri: Giriş ve Mit #1 - Robin Hahnel (Çev. Bartu Şanlı)

Updated: Aug 18, 2020

***

Robin Hahnel’ın, Milton Friedman’ın -her biri popüler mitlere dönüşen- serbest piyasa kapitalizminin sözde erdemlerine dair iddialarını tek tek yanıtladığı yazı dizisini Siyasal İktisat için çevirdik. Hahnel, ilk yazıda “serbest girişimin ekonomik özgürlük yarattığı, bunun da insanların ekonomik yaratıcılığını ortaya çıkarıp siyasal özgürlüğü arttırdığı” mitini ele alıyor.

***


Milton Friedman, 1964’te Kapitalizm ve Özgürlük’ü yayımladığında serbest piyasa kapitalizmi[1] henüz yükselişte değildi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Keynesçi dönemde, sosyal demokratik kapitalizm baskındı ve devlet düzenlemeleri ile ekonominin yönlendirilmesi genellikle gerekli, sağduyulu ve makul bir hamle olarak görülüyordu. Dolayısıyla Friedman, sadece serbest piyasa kapitalizminin ekonomik özgürlük sağlayabileceğini, siyasi özgürlüğü arttırabileceğini, kaynakları verimli bir şekilde dağıtabileceğini, insanları başarılı bir şekilde motive edebileceğini, adil bir şekilde ödüllendirebileceğini ve devlet müdahalesinin genellikle gereksiz ve verimsiz olduğunu savunduğu vakitlerde aslında bir muhalifti.

2002 yılında, yani Siyasal İktisat’ın ABC’si yayımlandığında neoliberal kapitalizm sadece merkezi olarak planlanmış komünizmin değil, aynı zamanda sosyal demokrat, Keynesçi kapitalizmin de sırtını çoktan yere çalmıştı. Friedman’ın tilmizleri, serbest piyasa kapitalizminin mümkün olan en iyi ekonomi biçimi olduğundan hiç olmadığı kadar emindi artık. Serbestleşme, özelleştirme ve sosyal güvenlik ağının yerle yeksan edilmesi, yeni düzen haline gelmişti. Keynesçiler başarılı bir şekilde bir kenara itilip susturulmuş ve yalnızca dört bir yana dağılmış bir “heterodoks iktisatçılar” kabilesi, Milton Friedman'ın serbest piyasa kapitalizminin erdemleri hakkındaki iddialarına karşı duruyordu.

On iki yıl ne kadar fark yaratabilir ki! Neoliberal kapitalizm, 2014 yılında neredeyse her yere ve özellikle ekonomiye pençe atıp iktidara tutunurken, artık serbest piyasa kapitalizminin büyük çoğunluk için gerçekten en iyi ekonomik sistem olduğundan şüphe eden pek çok kişi var. Dört kuşaktır yaşanan en berbat ekonomik çöküşten altı yıl sonra, küresel finans sistemi halen yeterli düzenlemeye sahip değil ve en az Lehman Brothers’ın çöküşünden önce olduğu kadar tehlikeli. Büyük Buhran’dan bu yana GSYİH’deki en büyük düşüşten beş yıl sonra işsizlik, tüm gelişmiş ekonomilerde artıyor; üstelik bu durum sona erecek gibi de görünmüyor. Felaketle sonuçlanacak bir iklim değişikliğinin kapıda olduğuna dair ciddi kanıtlara rağmen, karbon emisyonu dünyanın dört bir yanında artmaya devam ediyor. 2002’de birkaç eleştirel isim dışında herkes lâl olmuşken, şimdi, neoliberallerin bize hiçbir katkısı olmadığı, gereksiz olduğu ve karşılanabilir olmadığına dair garanti verdiği zor kazanılmış reformların elimizden kayıp gitmesinden yakınan pek çok kişi var. Her geçen gün daha fazla insan, İncil’dekine benzer bir ekolojik felakete doğru yol aldığımızın farkına varıyor. “Eski ekonomilerimiz” başarısız olmaya devam ettikçe, “yeni” ya da “gelecek” ekonomi diye adlandırılan -eski usûl ekonomik modellerden bile isteye uzak duran- girişim türlerine olan ilgi artıyor. Son olarak, kapitalizmin alternatiflerine olan ilginin ciddi şekilde arttığı göze çarpıyor. Bununla birlikte, Milton Friedman’ın her biri popüler mitlere dönüşen kapitalizmin sözde erdemleri hakkındaki iddialarına tek tek yanıt vermek, serbest piyasa kapitalizminin dikkatli bir değerlendirmesine kapı aralamak için halen son derece öğretici bir yöntemdir. Bundan sonra, Avrupa ve ABD'deki protesto hareketlerinin geride bıraktığımız beş yıl boyunca dile getirdiği eleştirilerin, laissez faire kapitalizminin artıları ve eksileri hakkındaki uzun ve tarihsel tartışmada nereye denk düştüğünü kavrayabiliriz.


Mit #1: “Serbest Girişim, Ekonomik Özgürlük Demektir.”

Friedman “serbest girişimin en önemli erdemi ekonomik özgürlük sunmasıdır” der. Bu minvalde “ekonomik özgürlük”, bireyin kişi olarak ve mülküyle istediği her şeyi yapma özgürlüğü anlamına gelir. Buna başkalarıyla kişilik veya mülkünüzü kullanma konusunda sözleşme yapma hakkı da dahildir. Friedman, ekonomik özgürlüğün kendi başına önemli olduğunu; ancak aynı zamanda, insanların ekonomik yaratıcılığını ortaya çıkardığı ve siyasi özgürlüğü arttırdığı için de önemli olduğunu söyler.

Siyasal iktisatçılar, insanların ekonomik yaşamlarını denetlemesi gerektiğine inanırlar ve onlara göre ancak bunu yaptıklarında ekonomik potansiyellerini tam olarak kullanmaları mümkün olabilir. Dahası, ekonomik demokrasinin siyasi demokrasiyi desteklediğine de inanıyoruz, ama Friedman’ın ekonomik özgürlük kavramını yetersiz buluyoruz; çünkü serbest girişimin insanların ekonomik yaşamlarını denetlemelerine olanak sağladığı iddiası hayli yanıltıcı, serbest girişimin salt faal olmaktan daha ziyade verimli olduğu iddiası ikna edicilikten uzak ve serbest girişimin siyasal demokrasiyi teşvik ettiği yönünde vardığı sonuç da mantıksızdır.

İkinci Bölüm’de insanların ekonomik yaşamlarını denetmelerinin aldıkları kararların niteliğinden bağımsız olarak önemli olduğunu savundum. Başka bir deyişle, verimli ve adil sonuçların yanı sıra, işçilerin ve tüketicilerin bu kararlardan etkilenme dereceleriyle orantılı olarak ekonomik karar alma süreçlerinin bir parçası olmalarını, yani ekonomik öz-yönetim istiyoruz. Friedman, ekonomik demokrasinin daha anlamlı bir tanımını yapmak yerine, insanların canlarının istediğini yapmalarının daha iyi olduğunu ileri süren bir “ekonomik özgürlük” kavramını ikame etmeye çalışır. Bu çarpıtma, kapitalist mitolojinin merkezinde yer aldığından onu ciddiye almak önemlidir.

Friedman'ın ekonomik özgürlük kavrayışıyla ilgili ilk sorun, kapitalizmde bir kişinin ekonomik özgürlüğünün başka bir kişininkiyle çeliştiği durumlar olduğunu göz ardı etmesidir. Çevreyi kirletenler bunu yapmakta özgürse kirliliğin kurbanları kirlilikten arınmış ortamlarda yaşamakta özgür değildir. İşverenler, üretken mülkiyetlerini uygun gördükleri şekilde kullanmakta özgürse o zaman çalışanları iş gücü kapasitelerini uygun gördükleri şekilde kullanmakta özgür değildir. Zenginler çocuklarına devasa miraslar bırakmakta özgürse yeni nesiller eşit ekonomik fırsatlardan yararlanmakta özgür olmayacaktır. Banka sahipleri, hükümetin koyduğu asgari rezerv şartından muafsa sıradan mevduat sahipleri güvenli bir şekilde tasarruf etme özgürlüğüne sahip değildir. Dolayısıyla, kulağa ne kadar çekici gelse de, sadece “ekonomik özgürlüğün önünü açın” diye bağırıp çağırmak yeterli değildir.

Kapitalizmin ekonomik özgürlüğü, mülkiyet hakları sistemi aracılığıyla köşe kapanların öncelikli olduğu bir özgürlüktür. Friedman tarafından tanımlandığı şekliyle, ekonomik özgürlüğün mülkiyet hakları -yani kapitalizm çerçevesinde kimin ne alacağına karar veren mülkiyet hakları sistemi- ifade edilmeksizin anlamsız olduğunun farkına vardığımızda dikkatimiz tam da olması gereken yere çekilir: Mülkiyet hakları sistemi, karar verme yetkisini nasıl dağıtır? Mülkiyet hakları sistemi, ekonomik kararlar üzerindeki denetimi eşit bir şekilde dağıtıyor mu? Bu, insanlara ekonomik bir karardan etkilenme dereceleriyle orantılı olarak bu sistemde karar verme yetkisi tanıyor mu? Veyahut, insan hakları karşısında mülkiyet haklarına öncelik verip mülkiyet sahipliğini eşit olmayan bir şekilde dağıtıyor ve pek çok insana ekonomik kaderleri üzerinde çok az söz hakkı verirken, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen insanların çoğunluğun ekonomik kaderini belirlemesine mi yol açıyor?

Dolayısıyla Milton Friedman’ın insanların ekonomik yaşamlarını denetlemesi gerektiği fikrini kavrama tarzındaki ilk sorun, yalnızca soruyu ortaya koyup yanıtlamaktan kaçınması ve tüm sorunları muğlak bir mülkiyet hakları sistemine doğru ertelemesidir. İkinci sorun ise Friedman ve kapitalizmin diğer savunucuları ekonomik özgürlük hususunda coşkulu şiirsel konuşmalar yapsalar da, daha iyi veyahut kötü bir mülkiyet sistemi hakkında söyleyecek pek az şeyleri olmasıdır. Söylediklerinin çoğu iki başlıkta özetlenebilir: (1) Mülkiyet haklarının dağılımı ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin, açık ve eksiksiz olması çok önemlidir; çünkü aksi takdirde “mülkiyet hakkı muğlaklığı” nedeniyle verimsizlik olacaktır; (2) kapitalizm savunucularına göre mülkiyet haklarının dağıtılmasında izlenen herhangi bir yolun ahlaki veyahut teorik gerekçelerle diğerlerine nazaran daha tercih edilebilir olduğunu iddia etmek çok güç olduğundan mülkiyet hakları tarihinin bize miras kalan patikasını terk etmek için hiçbir neden yoktur. Özetle, Friedman mülkiyet haklarının mevcut durumunu savunur ve kamu politikaları açısından yalnızca belirsizliklerin açıklığa kavuşturulmasını meşru bir alan olarak görür. Bu yaklaşımda büsbütün eksik olansa, mülkiyet haklarının en iyi ekonomik öz-yönetim için nasıl dağıtılabileceğine dair bir tartışma değil, bu hakların ister daha iyi ister daha kötü dağıtılması için olsun bir ölçüt geliştirme çabasıdır.

Gelgelelim, muhafazakârların açıklık ve mevcut duruma saygı duymanın dışında, makul bir mülkiyet hakları sistemi inşa etme konusundaki suskunluğu, işveren-işçi hakları meselesine kadar uzanmıyor. Friedman’a göre, iş sözleşmeleri rekabetçi koşullar altında her iki tarafça kabul edildiği sürece, işçilerle işverenlerin ekonomik özgürlükleri arasında hiçbir çatışma söz konusu olmaz. İstihdam ilişkisi gönüllü ve işgücü piyasaları rekabetçi olduğu sürece, hiç kimse belirli bir işveren için çalışmak zorunda kalmaz veya belirli bir işçiyi işe almak zorunda kalmaz. Friedman ve muhafazakâr takipçilerine göre herkesin ekonomik özgürlüğü işte böyle korunur. Onların bakış açısıyla, bir işçi bir işveren için çalışmayı kabul ettiğinde, sadece, ekonomik özgürlüğünü, uygun gördüğü işgücü kapasitesini kullanmak için hayata geçiriyor demektir. “İnsan sermayesi”ni dilediği gibi kullanabilir. Ne var ki, kendisine daha iyi bir anlaşma sunulduğuna kanaat getirdiği bir teklif geldiğinde, yani üzerinde anlaşmaya varılan bir ücret karşılığında işgücü kapasitesini bir başkasına devretmeye karar verirse, bunu yapmakta da özgür olmalıdır. Dahası, şayet böyle bir seçim yapması engellenirse ekonomik özgürlüğü ihlal edilmiş olur; tıpkı, işverenin yanında çalışmak üzere işçileri işe alması engellenirse işverenin üretici mülkiyetini uygun gördüğü şekilde kullanma özgürlüğünün ihlal edilmiş olması gibi. Buradan hareket eden Friedman, işçilerin çoğunluğunun, tüm işçilerin sendikaya üye olmaları gerektiği yönünde oy kullandığı ve işçileri işverenleriyle toplu pazarlıkta temsil eden sendikaların kapitalizm çatısı altında işçi ve işverenin ekonomik özgürlüğünün ihlali olduğu sonucuna varıyor. Milton’a göre bundan daha kötüsü, sosyalizmin özel girişime koyduğu yasaktır. Friedman bunu insanların seçtikleri biri tarafından işe alınma ya da seçtikleri birini işe alma şeklindeki ekonomik özgürlüğünün en büyük ihlali olarak eleştirir.

Özel girişimi ekonomik özgürlüğün temel taşı olarak gören bu savunmadaki ilk sorun, insanların işveren olmaktan daha ziyade işçi olmakta eşit fırsatlara sahip olmasıdır. Gerçek kapitalist ekonomilerde çok az sayıdaki insan işverenken, insanların büyük kısmı başkası için çalışacak ya da serbest meslek sahibi olacaktır. Dahası, kimin işveren, kimin işçi veya kimin serbest meslek sahibi olacağı, çoğu zaman rastgele bir şekilde ya da insanların başkaları tarafından idare edilen işlere karşı kendi kendilerine idare ettikleri göreli tercihlerince belirlenmez. Üçüncü bölümdeki mısır modelinde, kimin işçi kimin işveren olacağını belirlemede kendi kendine idare edilen işe yönelik göreli tercihlerin ancak mısır tohumunun eşitlikçi dağılımı durumunda mümkün olduğunu keşfetmiştik. Adaletten yoksun dağılımlarda daha fazla tohuma sahip olanlar işveren olur ve daha azına sahip olanlarsa işçi; bu durum, insanların göreli öz-yönetim tercihleri ya da patronluk taslanmasına karşı rahatsızlıkları göz önüne alınmadan gerçekleştirilir. Temel mısır modelinin sağladığı en önemli içgörülerden biri, çalışanların yabancılaşmış emeği “seçtiği” -bir bakıma- doğru olsa da, aslında bunu yapmak zorunda olmadıklarını göstermesidir; çünkü öz-yönetim istekleri bir başkası için çalışma isteğinden daha zayıftır. Servetin dağılımı, özel girişimin oyun alanını “belli bir yöne doğru hareket ettirir”; böylelikle kimileri işveren olarak daha fazla fayda sağlayacak, diğerleriyse iş tercihlerinden bağımsız işçiler haline gelerek daha fazla fayda sağlayacaktır.

Özel teşebbüs savunucularının bu eleştiriye yanıtı, salt kendi için çalışmayı amansızca isteyen herkesin serbest meslek sahibi ya da işveren olmak için gerekli olan her şeyi kredi piyasasından borç alabileceğidir. Ne var ki, bu akıl yürütme, 1) gerçek kapitalizmin teklif edebileceğinden -herkes için eşit şartlarda kredi- çok daha fazlasını varsayar ve 2) rekabetçi kredi piyasalarının bile, yoksullara öz-yönetim için zenginlerin asla ödemesi gerekmeyen yüksek bir fiyat çıtası koyabileceğini görmezden gelir. Muğlaklıklar ve şüpheli bilgilerle dolu bir dünyada - patentlerden, teknolojilerden ve finansal ölçek ekonomilerinden söz etmiyorum bile- daha fazla teminata ve itimatnameye sahip olanlar tercih ettikleri koşullarda kredi alırken, geri kalanlarımız kredi sınırlamasına tabi olacaktır. Bunun başka türlü olmasını beklemek, borç verenlerin ahmak olmasını beklemek demektir. Haliyle kredi piyasasına gönderme yapmak, oyun alanını yoksullar için eşitlemeyecektir. Üstelik, herkes eşit şartlarda kredi alsa dahi, üçüncü bölümdeki temel mısır modelimiz, kredi piyasalarında borçlanarak işveren statüsüne uzak kalan yoksulların, -siyasi meselelerde oy hakkı gibi “devredilemez” bir hak olması gereken- kendi emek kapasitelerini bizzat yönetme hakkına sahip olmak için varlıklı alacaklılarına ciddi bir ödeme yaptıklarını göstermektir. (Üstelik böyle düşündüğümüzde herkesin piyasa faiz oranından istediği kadar borçlanabileceği ve hiç kimsenin daha ucuza krediye erişimi olmadığı varsayımına cömertçe yaslanıyoruz.) Biri sorumluluğu üstlenmeli: Başlangıçta servete sahip olmayanlar, kredi piyasaları olsun ya da olmasın, (bu piyasaların mükemmele ne kadar yakın olduğunun hiçbir önemi olmaksızın) kapitalist ekonomilerde işçi statüsünden uzak durmak için yokuş yukarı tırmanmak mecburiyetindedir.

Ne var ki, kapitalist oyun alanı herkes için eşit olsa ve hatta işçi değil işveren olma ihtimali daha yüksek olsa bile, bu işveren-işçi ilişkisinin makul bir ilişki olduğu manasına gelmez. Elbette tesadüfi bir görevlendirme kimin emir verip kimin emir aldığını belirleyen göreli servete epey mesafeli bir konum olacaktır. Yine de bu tutum, herkesin mutlu mesut kendi kendini yönetmesinden ve patronlar ile çalışanlar ayrımından söz edilmeyen bir dünyadan daha mı iyidir? Yararlı bir benzetmeye buyurun: Kölelerin kendi seçtikleri efendiler için başvurdukları bir köle sistemi, köle sahiplerinin köle ticareti yaptığı bir sistemden daha iyidir! İnsanların tesadüfen köle veya efendi olarak atandığı bir köle sistemi, siyahların köle, beyazlarınsa efendi olduğu bir köle sisteminden daha iyidir! Gelgelelim, köleliğin kaldırılması en az itiraz edilecek türden bir kölelikten bile daha iyidir. Bu durum ücretli kölelik için de geçerlidir: Curt Flood’un 1970’te Beyzbol Ligi’ne karşı dönüm noktası mahiyetindeki davasında öne sürdüğü üzere, çalışanların kendi seçtikleri işverenler için çalışmak üzere başvuruda bulunmakta özgür oldukları bir işgücü piyasası, işverenlerin çalışanları kendi aralarında takas ettiğinden daha iyidir. İşverenin ve çalışanın gerçekten rastgele olduğu bir sistem, zenginlerin tahmin edilebileceği gibi işveren, yoksulların da tahmin edilebileceği gibi işçi haline geldiği bir sistemden daha iyidir. Ancak ücretli köleliğin kaldırılması -yani işveren ve çalışan rollerini herkes için öz-yönetimle değiştirmek- özel teşebbüsün en az itiraz edilebilir türünden bile daha iyidir.

[1] Laissez faire (bırakınız yapsınlar) kapitalizmi, serbest piyasa kapitalizmi ve neoliberal kapitalizm, aynı tür kapitalizm için farklı dönemlerde ve ortamlarda kullanılan farklı terimlerdir. Bazı durumlarda farklı anlamlara geldiklerini kabul etmekle birlikte, bu yazıda söz konusu kavramları birbirlerinin yerine kullanacağım.



* İkinci yazı için tıklayınız.

578 views0 comments

Comments


bottom of page