***
Utsa Patnaik
Jawaharlal Nehru Üniversitesi New Delhi Ekonomi Çalışmaları ve Planlama Merkezinde Fahri Profesör. Kitapları arasında Peasent Class Differentiation (1987), The Long Transition (1991), The Republic of Hunger and Other Essays (2007) bulunmaktadır.
Prabhat Patnaik
Jawaharlal Nehru Üniversitesi New Delhi Ekonomi Çalışmaları ve Planlama Merkezinde Fahri Profesör. Kitapları arasında Accumulation and Stability Under Capitalism (1997), The Value of Money (2009), and Re-envisioning Socialism (2011) bulunmaktadır.
***
Harry Magdoff’un (1997) Emperyalizm Çağı adlı klasik çalışması bize savaş sonrası siyasi kolonizasyonun emperyalizm gerçekliğini dışlamadığını göstermektedir. Kitabın ayıredici iki yönü vardır. Birincisi, V I Lenin’in izinden ilerlemekte ve kapitalizmin bu dönemde nasıl küresel boyutta işlediğinin oldukça kapsamlı bir muhasebesini sunmaktadır. İkinci olarak ise Marksist literatürün genellikle göz ardı ettiği emperyalizmin gerekliliği konusuna eğilmektedir. Bu çalışmada Magdoff, pek çok konunun yanı sıra özellikle Üçüncü Dünyanın merkezin büyük ölçekli imalat sektörlerinin ham madde tedarikçisi rolüne dikkat çekmekte bunu yaparken de ham maddelerin üretimde azalan payı nedeniyle önemini kaybettiği tezini reddetmektedir. Tezin reddi için çok basit bir noktaya, ham madde olmaksızın üretim yapılamayacağına işaret etmesi yeterli olmaktadır.[1]
Magdoff’un bu çalışmasında bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş olan Üçüncü Dünya ülkelerinin kendi kaynaklarının kontrolünü ele almaya başladıkları ve emperyalizmin bu ekonomik dekolonizasyon sürecine direndiği döneme odaklanmaktadır. Ayrıca çalışmada emperyalizmin bütün cephaneliği de gözler önüne sunulmuştur. Ne var ki çalışması neoliberalizmin gün yüzüne çıkmasından önceki bir döneme aittir. Bugün ise, neoliberalizm sadece onlarca yılı arkasında bırakmakla kalmamış, neoliberal rejim çıkmaz bir sokağa girmiştir.
Küreselleşme ve Ekonomik Kriz
Neoliberal küreselleşmenin çıkmaz sokağa girmesinin iki nedeni vardır. İlki küresel aşırı üretime yönelik ex ante eğilim; ikincisi ise bu eğilime karşı ancak çok istenmese de ürün-fiyat balonları oluşturmaktan başka bir çare bulunamaması ve patlaması durumunda da ekonomiyi tekrar bir krize sokmasıdır. Kısaca, İngiliz iktisat tarihçisi Samuel Berrick Saul’ün söylediği gibi günümüz merkez kapitalistlerinin elinde artık istediklerinde musluklarını açıp kapayabilecekleri I. Dünya Savaşı öncesi koloniler veya II. Dünya Savaşı sonrası dirigism dönemindeki devlet harcamaları benzeri pazarlar bulunmamaktadır.[2]
Söz konusu ex ante eğilimin ortaya çıkmasının nedeni ise bir yandan ülkelerde gerçek ücretler zaman içinde nispi bir artış göstermezken öte yandan işgücü veriminin artmasıdır. Bu vektörlerin etkisi ise üretim fazlasının dünya çapında üretimin içindeki payının artması olmaktadır. Paul Baran ve Paul Sweezy, Michal Kalecki ve Josef Steinl’ı da takip ederek, Monopoly Capital adlı çalışmalarında ekonomik fazlanın oransal artışının veya bir başka deyişle ücretlerden üretim fazlasına kayan payın artmasının, toplam talebi düşürdüğünü ileri sürmüşledir. Çünkü, ücretliler ile ortaya çıkan fazla ile geçinenler karşılaştırıldığında, gelir ve tüketim harcamaları arasındaki oranın ücretlilerde ortalama olarak daha yüksek olduğu görülmektedir.[3]
Sonuç olarak, herhangi bir dönemde yatırımın sabit bir düzeyde kaldığı varsayılırsa, yukarıda belirtilen kayış gerçekleştiğinde tüketim talebi, toplam talep, üretim ve kapasite kullanımı düşmektedir. Buna karşın, kapasite kullanımının azalması, zaman içerisinde yatırımın da azalmasına ve tüketim tarafından gelen talep-düşürücü etkinin daha da artmasına yol açmaktadır.
Kapitalizmin yaygın bir görünümü ve neoliberal kapitalizme de karakterini veren, işgücünün üretim vektörü ülkelerin genelinde artış gösterirken neden gerçek ücretler dünya ekonomisi ölçeğinde neredeyse sabit kalmaktadır sorusu açıklanması gereken bir sorun olarak durmaktadır. Cevap, günümüz küreselleşmesinin kendine özgü karakterinde yatıyor. Öyle ki, kapitalizmin tarihinde ilk defa, ücretlerin düşüklüğünden fayda sağlamak amacıyla, faaliyetlerin metropollerden üçüncü dünyaya kaydığına ve küresel talebi karşıladığına şahit oluyoruz.
Günümüzde, daha önceleri de olduğu gibi, emek, tarihsel olarak üçüncü dünyadan metropollere göç edememektedir. Buna karşın sermayenin tersi bir istikamette hareketine hukuki bir engel bulunmamasına rağmen madenler ve plantasyonlar dışında bu gerçekleşmemiştir. İstisnalar ise koloni tipi uluslararası iş bölümünü ortadan kaldırmak bir yana daha da güçlendirmiştir.[4] Dünya ekonomisinin bu parçalı yapısı, metropollerdeki ücretlerin verimliliğin artışıyla birlikte, üçüncü ülkelerdeki işgücü fazlasına rağmen yükselmesine yol açmıştır. Üçüncü dünyadaki bu işgücü fazlası ise (merkez üretimle rekabet edememeden dolayı) endüstrisizleşme ve (ekonomik birikimin büyük bir kısmının köylülerden alınan vergiler aracılığıyla hortumlanması ve yerel zanaat ürünlerine harcanmayıp, ana emtia ihracatının karşılıksız olarak finanse edilmesi yoluyla) birikimlerin boşaltılması sonucu ortaya çıkmıştır.
Son küreselleşme ise bu yapıda değildir. Sermayenin düşük ücretler nedeniyle doğuya, güneye ve Güneydoğu Asya’ya küresel talebi karşılamak için yerleşmesiyle dünya ekonomisinin parçalı yapısı ortadan kalkmış, üçüncü dünya işgücü rezervlerinin kullanılması nedeniyle merkezdeki ücretlerin artışı baskılanmıştır. Joseph Stiglitz’in 2011’deki bir erkek işçinin ortalama gerçek ücretinin 1968 seviyesinden yüksek olmadığına, hatta marjinal olarak daha düşük olduğuna işaret ediyor olması şaşırtıcı değildir.[5]
Bütün bu gelişmeler yaşanırken, faaliyetlerin yer değiştiriyor olması, Üçüncü Dünyada Gayri Safi Yurtiçi Hasılaların (GSYH) son derece yüksek bir seviyeye ulaşmasını sağlamıştır ama Üçüncü Dünya işgücü rezervinin tükenmesine neden olmamıştır. Bunun nedeni ise günümüz küreselleşmesinin bir başka özelliğinden kaynaklanmaktadır. O da Üçüncü Dünya ülkelerinde tarımla uğraşan önceden belli bir oranda bu ülkelerin postkoloniyal dirigist rejimleri tarafından (yabancı ve yerli) büyük sermayenin esareti altına girmekten korunan tarımsal üretim yapan köylüler de dahil olmak üzere küçük üreticileri hedef alan ilkel sermaye birikiminin dizginlerinin bırakılmasıdır. Neoliberalizmin buyruğunda, destekler geri çekilmiş, üreticiler üzerinde ücret baskısı oluşturulmuş, çoğu zaman da haksız biçimde toprakları ellerinden alınarak geliştirme projeleri adı altında büyük sermayenin kullanımına sunulmuştur. İstihdam artışı, göz kamaştırıcı GSYH seviyelerine sahip ülkelerde dahi işgücünde doğal artış oranlarını karşılamaya bile yeterli değilken buna işlerini kaybeden küçük üreticilerin de iş arar duruma düşmesi eklenmiştir. Dolayısıyla işgücü rezervleri hiçbir zaman tam olarak kullanılmamıştır. Hatta, tam tersi, daha da artmıştır çünkü gerçek ücretler merkez ekonomilerde nasıl sabit bir düzeyde kalmışsa bu ülkelerde de asgari geçim düzeyi seviyesinde seyretmektedir. Sonuç olarak gerçek ücretler dünya ekonomisinin genelinde sabitlenmiştir.
Günümüz küreselleşmesi ex ante aşırı üretime yol açmaktadır. Devlet harcamaları ile bu karşılanabilecek iken (Baran ve Sweezy’ye göre ABD’de askeri harcamalar bir seviyeye kadar bunu sağlamıştır) artık bu rejimin bunu yapabilmesi mümkün değildir. Finans genellikle harcamaları arttırarak işsizliği giderme yönündeki doğrudan devlet müdahalesine karşıdır. Muhalefet kendisini sadece sermayeden alınan vergiler konusunda değil yüksek bütçe açıklarına karşı çıkarak da ifade etmektedir. Açıkçası, yüksek devlet harcamaları işçilerden alınan vergilerle finanse edilirse işçiler gelirlerinin büyük bir kısmını harcamak zorunda oldukları için devletin onların gelirlerinin bir kısmına el koyarak harcamalarını çoğaltması zaten talebi arttırmayacaktır. Şu halde, devlet harcamalarının arttırılması yoluyla talep artışının sağlanması ancak bütçe açığının büyütülmesi yada gelirlerinin bir kısmını harcamayan veya biriktiren sermayeye getirilecek vergiler yoluyla mümkündür. Ancak finans kapitalin, devlet harcamalarının finansmanında kullanılmasına karşı çıktığı iki yöntem tam da bunlardır.
Vergilerin arttırılmasına karşı çıkışları anlaşılabilir. Peki ama neden yüksek bütçe açıklarına da muhalefet etmektedirler? Kapitalist ekonomilerde bile bir yöntem olarak bütçe açığı verilmesini her koşulda dışarda bırakacak elle tutulur teoride ekonomik bir neden yoktur. Dolayısıyla muhalefetin nedeni daha derin sosyal kaygılarda yatmaktadır. Eğer kapitalist ekonomik sistemin devamı istihdamın sürekli olarak devletin doğrudan müdahalesi ile desteklenmek zorundaysa bu durum kapitalizmin toplumsal meşruiyetini zayıflatır. Devletin kapitalistlerin hayvani içgüdülerini besleme gerekliliği ortadan kalkar ve sisteme epistemolojik olarak dışsal olan başka bir sistem insanlara sunulursa şu soru gündeme gelir: İstihdam yaratma işi devlet tarafından sağlanabiliyorsa kapitalistlere neden ihtiyacımız olsun? Sermayenin tutumunun arkasında bu potansiyel tehlikenin içgüdüsel olarak farkında olunması yatmaktadır. İşte bu nedenle, özellikle finans kapital, devletin doğrudan müdahalesi ile istihdam yaratılmasına karşıdır.
Küreselleşme rejiminde varlığını sürekli olarak hissettiren bu muhalefet belirleyici güce sahiptir. Finans kapital ulusal olduğu -ulusal menşeili olduğu-, devlet de ulus devlet olduğu sürece, örneğin II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin varoluş krizine girmesinde olduğu gibi, devletin bazı koşullarda sermayeyi göz ardı etmesi mümkün olmaktadır. Ama finans kapital küreselleşmiş ise, yani ülkelerin sınırlarını özgürce aşarak hareket edebiliyorsa buna karşın devlet hala ulus devlet ise sermayenin bütçe açığı verilmesine karşı muhalefeti belirleyici olmaktadır. Eğer devlet yüksek bütçe açıkları vermeye devam ederse sermaye arkasında bir finansal kriz bırakarak ülkeyi top yekûn terk eder.
Devlet böylece küresel finans kapitalin taleplerine boyun eğer ve talep yaratmak için doğrudan bütçesini kullanarak müdahale etme yoluna başvurmaz. Para politikası araçlarına bağlı kalır çünkü nasıl olsa bu yöntem zenginliği ellerinde bulunduranların kararları doğrultusunda uygulanmakta ve toplumsal konumlarına zarar vermemektedir. Ancak, işte tam da bu nedenle para politikaları etkisiz bir araçtır. ABD’de 2007-09 Krizi sonrasında görüldüğü üzere faiz oranları 0 seviyesine çekildiğinde bile hareketlilik çok fazla canlanmamıştır.[6]
Talebi arttırmak için doğrudan mali müdahale yapmayı engellemek yönünde finans kapital çevrelerinden gelen bu tür bir baskının ABD için geçerli olmayacağı düşünülebilir. Nede olsa dünya gelirlerinin büyük bir kısmını bulunduranlar tarafından “altın kadar iyi” olarak tanımlanan bir kura sahip devletin sermaye kaçışına karşı bağışıklığı olmalıdır. Ancak ABD cephesinde başka bir faktör daha etkin olmaktadır: Talebi arttırmak için bütçe açığının genişletilmesi nedeniyle sermaye neoliberal ortamda yurtdışına da sızacak, bu nedenle dış borç artarak (çünkü en iyi zamanında Britanya’nın yaptığı gibi kolonileri kaynaklarını kullanma imkânı bulunmamaktadır) başka bir yerde istihdam artışına neden olacaktır. Bu durum ABD’nin bile neoliberal sistem içinde talebi arttırmak için mali müdahaleler yapmasını engellemektedir.[7]
Dolayısıyla, küresel neoliberal rejim içerisinde devlet harcamalarının ex ante küresel aşırı üretim eğilimine karşı bir etki yaratamayacağı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak dünya ama özellikle ABD ekonomisi dönemsel varlık-fiyat balonlarına bağımlı hale gelmekte en iyi ihtimalle bu yöntemle geçici bir rahatlama sağlanmaktadır. İşte tam da bu neoliberalizmin çıkmaz sokağa girdiğini gösterir. Donald Trump yönetiminin işsizliği azaltmak için korumacılığa yönelmesi çıkmaz sokağın farkında olunduğunun göstergesidir. Aklı başında kapitalist dünya ekonomisi işsizlik/eksik istihdam krizini aşmak istiyorsa neoliberal oyunun kurallarını bir kenara bırakmalıdır. Diğer yandan bu politikaların uygulamaya konulmasıyla olumsuz bir şekilde etkilenen kapitalistlerin kayıplarının vergi indirimleri ve sınır ötesi finans hareketlerine engeller getirilmeyeceği güvencesiyle tazmin edilmeye çalışılıyor olması bu kuralların en azından bilinen şekliyle uygulanamayacağını anlatmaktadır.
Çıkmaz Sokağa Girilmesinin Bazı Sonuçları
Neoliberalizmin çıkmaz sokağa girmesinin en az 4 sonucu olduğu söylenebilir. İlki, art arda gelen nokta-com ve gayrimenkul balonlarının açıkça etkisinin olduğu 21. Yüzyılın ilk yıllarının 20. Yüzyılın son on yılıyla karşılaştırıldığında dünya ekonomisinin yüksek düzeyde işsizlikle mücadele ettiği fark edilmektedir. ABD işsizlik verilerinin tarihin en düşük seviyelerinde olduğu doğrudur, ancak bu veri bizi yanıltmamalıdır: ABD’de işgücü katılım oranı 2008 seviyesinden daha düşüktür. Bu da “Cesareti Kırılmış İşçi Etkisi” (discouraged worker effect) yansıtmaktadır. Bu düşük katılım oranına uyum sürecinde ABD işsizlik oranı yüzde 8 gibi dikkate değer bir seviyededir. Zaten, eğer işsizlik oranı gerçekten resmi sayı olan yüzde 4 seviyelerinde olsaydı Trump korumacılık ısrarında bulunmazdı. Elbette, dünyanın geri kalanında 2008 sonrası işsizlik, önceki döneme kıyasla hala fark edilir biçimde yüksektir. ABD’nin içinde bulunduğu düşük-tam-istihdam üretimi sorunun ne kadar ciddi olduğu en iyi imalat sanayi kapasite kullanımı verilerine bakarak anlaşılabilir. ABD’nin Büyük Durgunluktan çıkarken ki güçsüzlüğü II. Dünya Savaşı sonrası dönemin ilk on yılıyla kıyaslanabilir. O dönemde bir çeyrekte kapasite kullanımı yüzde 80 seviyesini hiç aşmamış ve sonucunda yatırım durgunluğu ortaya çıkmıştır.[8]
Eğer Trump’ın korumacılığı “komşumu yalvartma” politikasına tekabül etmekte ve 1931 Smoot-Hawley gümrük tarif rejimine yeniden işlerlik kazandırmakta ise ABD’den işsizlik ihracını sağlarken misillemeye de kapı açacaktır. Küresel yatırımlar azalırken dünyanın tümünün içinde bulunduğu ekonomik kriz daha da derinleşecek ve sonunda bir ticaret savaşının başlamasına neden olacaktır. ABD özellikle Çin’i hedef aldığında bazı karşı hamleler zaten ortaya çıkmaya başlamıştı. Eğer Amerikan korumacılığı kapsamlı bir misillemeye yol açmıyorsa bunun nedeni ABD’den işsizlik ihracatının önemsiz bir seviyede kalması ve işsizliğin ABD de dahil her yerde çok yüksek seviyelerde olmasıdır. Nereden bakarsak bakalım, şu andan itibaren dünya yüksek düzeyde işsizlikle karşı karşıyadır. Bir dönem küresel değer zincirlerinin Trump’ın korumacılığından nasıl etkileneceği tartışılmıştı. Ancak, daha önceki dönemlere kıyasla 21. Yüzyıl makro ekonomisinin bir bütün olarak nasıl bir şekil alacağı hiç konuşulmadı.
Yukardaki tartışma çerçevesinde, ulusal devletlerin tek başlarına küresel finans kapitalle mücadele etmesi mümkün olmadığı gerçeğine dayanarak küresel bir devlet veya birkaç devletin bir araya gelmesiyle oluşan bir birlik kurulursa küresel finansın itirazlarını aşabilecek koordine edilmiş bir mali hareket gündeme gelebilir ve böylece iyileşme sağlanabilir fikri farklı bir yaklaşım olarak öne sürülebilirdi. Benzeri bir mali hareket önerisi bir grup Alman Sendikacı ve 1930 Büyük Buhranı sırasında John Maynard Keynes tarafından da ortaya atılmıştı.[9] O dönem bu öneri reddedilirken şu içinde bulunduğumuz ortamda hiç tartışılmamıştır.
Çıkmaz sokağa girilmesinin ikinci sonucu olarak ihracata dayalı kalkınma devrinin üçüncü dünya ülkeleri için artık büyük ölçüde kapanmış olması sayılabilir. Dünya ölçeğinde ekonomik büyümenin yavaşlaması, ABD’nin diğer metropollere de sıçraması muhtemel korumacılık politikasıyla birleştiğinde, ulusal büyüme lokomotifini hareket ettirmeye dünya pazarlarının itme gücü yetmeyecektir. İhracatta çok başarılı olanlar da dahil olmak üzere üçüncü dünya ekonomileri ulusal pazarlarına yönelmek zorundadır.
Bu tür bir dönüşüm kolay olmayacaktır. Yerel, köylülere özgü tarımın, küçük üreticinin desteklenmesi, kooperatif tipi üretime yönelinmesi, gelir adaletinin sağlanması gibi büyük yapısal dönüşümler gerekmektedir. Daha küçük ekonomilerin yerel pazara belli bir ölçek kazandıracak şekilde birleşmesi gerekecektir. Kısaca neoliberalizmin çıkmaz sokağa girmesi, şimdiye kadar meyledilen neoliberal kalkınma stratejilerinden de uzaklaşmak anlamına gelmektedir.
Üçüncü sonuç ise, üçüncü dünya ekonomilerini kaçınılmaz olarak girdaba çekecek olan ödemeler dengesinde yaşanacak ciddi zorluklar olacaktır. Çünkü, ihracatları yeni dönemde yavaşlayacak bu nedenle de daha önce kolaylıkla buldukları ve şu an mevcut olan ödemeler dengesi açıklarını kapatmakta kullandıkları dışardan gelen sermaye hareketlerinin cesaretini kıracaktır. Böyle bir durumda, neoliberal paradigma uyarınca, halkın gelirlerini azaltacak ve durumlarını daha da kötüleştirecek, ulusal varlıklarını ve kaynaklarını uluslararası sermayeye devretmelerine neden olacak ve iç pazara dayalı büyüme stratejisine geçişi kesinkes imkânsız hale getirecek kemer sıkma önlemlerini uygulamaya zorlanacaklardır. Başka bir deyişle, yeni durumda, özellikle sürdürülemez ödemeler dengesi açıklarına sürüklenen üçüncü dünya ekonomileri üzerinde emperyalizmin boğucu hakimiyetinin yoğunlaştığını göreceğiz. Burada emperyalizmden kastımız, şu veya bu büyük güçler değil, ulusal büyük burjuvazinin de dahil olduğu ve çalışan halkının karşısında birlikte yer aldığı uluslararası finans kapitaldir.
4. sonuç ise, dünya çapında yükselen faşizmdir. Neoliberal kapitalizm, çıkmaza sokağa girmeden önce de belirli bir seviyede büyüme ve istihdam oranlarına ulaştığında dünyayı daha büyük açlık ve yoksulluğa doğru itti. Örneğin, dünya kişi başı tahıl üretimi 1980 yılında 355 kilogram iken (1979-81 arası dönem için üç yıllık dönemin ortalamasının üç yıllın ortasındaki nüfusa bölündüğünde) 2000’de bu oran 343 kilograma, 2016 da ise 344.9 kilograma gerilemiş ve bu yıldaki üretimin çoğu da etanol üretiminde kullanılmıştır. Aslında, dünya ekonomisinin büyüdüğü bir dönemde, kişi başı tahıl tüketiminin özellikle de doğrudan ve işlenmiş yiyecek ve hayvan yemi olarak kullanımdan doğan dolaylı tüketim de düşünüldüğünde artması beklenirdi. Kişi başına düşen üründeki bu mutlak düşüş kişi başı tüketimin düştüğünü gösterdiği gibi dünya nüfusunun dikkate değer bir bölümünün beslenme seviyesinin de kötüye gittiğine işaret etmektedir.
Ancak, artan açlık ve besin yetersizliği bir anda direniş yaratmadı, iki nedenle çünkü neoliberalizm şartlarında direniş daha zor olduğu için (sermayenin küreselleşmesi onu elle tutulamaz bir hedef haline getirdiği için) ve ayrıca yüksek GSYH büyüme oranları bu olumsuz şartların zamanla aşılabileceği ümidini yarattığı için. Zor şartlarda olan köylüler, örneğin, çocukları bir nebze iyi eğitim alır ve kaderlerini kabullenirlerse gelecekte daha iyi şartlarda yaşayacaklarına dair bir umut beslemeye devam ettiler. Ne var ki son çıkmazına girmiş neoliberal kapitalizmin vaatleri ideolojik dayanağı ile birlikte ortadan kalkmaktadır. Kendini yeniden üretebilmek için başka ideolojik dayanaklara yönelmekte ve burada da faşizmi bulmaktadır. Böylece söylem insanların hayatlarını şekillendiren maddi koşullardan sözde “beka sorunlarına” kaymakta, sistemin başarısızlığının üstü kapatılırken sahneye bütün olumsuzlukların nedeni olarak etnik, dilsel ve dini azınlıklar kısaca düşmanlaştırılan ötekiler çıkarılmaktadır. Kurtuluş ise saf güçten mütevellit sözde bir mesihin mucizevi biçimde bütün sorunları çözmesiyle sağlanacak. Aklın egemen olmadığı bir kültür yüceltilirken ötekilere atılan iftiralar ve liderin mucizevi güçleri hiç sorgulanmadan kabul edilmekte. Bu yeni söylem, devletin baskı araçlarından ve sokak düzeyinde kendi yasalarını koyan faşist örgütlerin karşıtlarını bastırmasından oluşan bileşimi de kullanmakta. Bir yandan da Kalecki’nin deyimiyle “büyük sermaye ve faşist ayaktakımı arasında” büyük sermayeyle bir ortaklık kurulmaktadır.[10]
Faşist gruplar şu ya da bu biçimde bütün modern toplumlarda vardır. Bu gruplar sadece bazı durumlarda, büyük sermayenin desteğini de arkalarına alırlarsa sahnede başrolü alır ve hatta iktidara sahip olmayı başarırlar. Üç koşul sağlandığında bu durum ortaya çıkar. Ekonomik bir kriz nedeniyle sistem normal işleyişini gerçekleştiremez, liberal kurumların krizi çözemeyeceği açıkça belli olur ve sol da halkın bu konjonktürden çıkışını sağlayacak alternatif politikalar üretecek kadar güçlü değilse faşizm yükselişe geçer. Genelde, kapitalizmin krize girdiği durumlarda güçlü bir solla mücadele etmek için büyük sermayenin faşizme meyil edeceği düşüncesi yaygındır. Bu nedenle bu son nokta ilk başta çelişkili gelebilir. Ama aslında solun ciddi bir tehdit oluşturduğu durumlarda büyük sermayenin tepkisi bazı ödünler vererek solu bölme yoluna gitmek olmuştur. Faşizmi ise sol güçsüz olduğu durumlarda kendisine dayanak olsun diye kullanır. Walter Benjamin’in “her faşizmin arkasında başarısız olmuş bir devrim vardır” sözü de buna işaret etmektedir.
Geçmişte ve Şimdi Faşizm
Günümüz faşizminin, aslında, 1930’lardaki görünümünden önemli farklılıkları bulunuyor. Bu nedenle de pek çok kişi şu anki faşist yükselişi bu şekilde nitelemekte çekingen davranmakta. Eğer tarihsel paralellikler dikkatli bir şekilde çizilirlerse faydalı olacaklardır. Bir yandan günümüz faşizmi 1930’lardaki görünümüyle benzerlikler ihtiva ederken diğer yandan ikisi arasındaki önemli farkların da not edilmesi gerekiyor.
İlkin, bugünkü faşist yükseliş faşist unsurları iktidara taşısa da 1930’ların faşist devletleri henüz ortada yoktur. Bu unsurlar ülkeyi faşist bir devlete doğru sürüklemeye çalışsa bile başarılı olacakları şüphelidir. Böyle bir öngörüde bulunabilmenin pek çok nedeni var ama içlerinden belki de en önemlisi iktidardaki faşistlerin neoliberalizmin içinde bulunduğu krizi kendileri de finansal sermayeye dayalı küreselleşmeyi benimsedikleri için aşamayacak olmalarıdır. Buna, korumacı kimliğine rağmen Trump da dahildir. 1930’lar ise bu bakımdan çok farklıdır. 1930’ların faşist devlet kurumu ile özdeşleşmiş olan korku yaratan uygulamaların o dönemde üzeri örtülebilmiştir. Kitlesel işsizlik azaltılmış ve büyük depresyon alınan borçla finanse edilen askeri harcamaları arttırarak sonlandırılmıştır. Günümüz faşizmi ise, işsizliği azaltacak, hükümet tarafından hayata geçirilecek talebi ve üretimi arttıracak mali aktivizme, askeri harcamalar yoluyla bile yapılsa, muhalefet eden küresel finans ile baş edebilecek yeterliliğe sahip değildir.
Mali aktivizm, daha önce tartışıldığı gibi, sermaye üzerine vergi yükü konulması veya bütçe açığı verilmesi yoluyla finanse edilecek daha fazla devlet harcamasını gerekli kılmaktadır. Finans sermayesi her iki çözüme de karşı durmakta ve küresel düzeyde örgütlenmiş yapısı sayesinde de onun bu muhalefeti alınacak kararlarda belirleyici olmaktadır. Kapitalist muhalefetin belirleyiciliği iktidarda faşist unsurların bulunmasından da etkilenmemektedir. Ayrıca, “mali doğruluk” adı altında günümüz faşizminin eli kolu bağlanmıştır. Halkın karşı karşıya olduğu ekonomik krizleri hafifletecek geçici önlemleri bile alması mümkün değilken faşist devlete geçiş için 1930’larda olduğu gibi kılıf sağlanamamakta tam tersi geçiş daha da olanaksız olmaktadır.
Bir diğer fark, yine küresel finans ile ilgilidir. 1930’lara Lenin’in deyimiyle “emperyalistler arası rekabet” damgasını vurmuştur. Faşist hükümetler askeri harcamaları körüklemiş böylece ülkeler Büyük Depresyondan çıkabilmiş ve işsizlik azalmıştır. Buna karşılık, kaçınılmaz olarak, zaten parçalanmış dünya savaşlarla yeniden paylaşılmıştır. Faşizm savaşın öncülü olmuş ve bilindiği üzere savaş boyunca bütün insanlıkla birlikte kendisini de yakmıştır.
Günümüzde faşizm, emperyalistler arası rekabetin daha sessiz geçtiği bir dönemde işini görüyor. Kimileri bu durumun Lenin’in emperyalistler arası rekabetin sürekliliğine ilişkin tezini yalanladığını ve Kautsky’nin “ultraemperyalizm” öngörüsüne delalet ettiğini söylemesine rağmen bu doğru değildir. Lenin de Kautsky de finans kapitalin ve finansal oligarşinin esas olarak ulusal yani Alman, İngiliz Fransız olduğu bir dönemden bahsetmektedir. Ayrıca bir yanda Kautsky rekabet halindeki oligarşiler arasında ateşkes yapılabileceğini ileri sürerken, Lenin bu tür ateşkeslerin rekabetin sonsuz sürekliliği içinde es verilen, geçici görünümler olduğunu düşünmüştür.
Buna karşın, bugün bizim karşımızda duran ulusal ölçekli finans kapital değil farklı ülkelerden finansal sermayelerin bir araya gelerek anaparasını oluşturduğu uluslararası finans kapitaldir. Küreselleşmiş bu sermaye, dünyanın ekonomik bölgelere ayrılmış parçalı bir yapıda olmasını değil, tam tersine, tüm kürenin hiçbir kısıtlama olmadan kendisine açılmasını istemektedir. Bu nedenle büyük güçler arası rekabetin durgunluğunun nedeni ateşkesi savaşa, barışçı paylaşımı güç kullanarak yeniden paylaşıma tercih etmeleri değildir. Maddi koşullar öyle bir şekilde değişmiştir ki bu tür seçenekler ortadan kalkmıştır.
Büyük güçler arasında savaşlara tanık olmayacağımız gibi (tabi yukarda değindiğimiz gibi başka türde savaşlarla karşılaşacağız) yine aynı nedenle bu faşist yükseliş büyük yıkım getirecek savaşla da yanıp kül olmayacaktır. İlk olasılık, daha düşük yoğunlukta öldürücü seviyede süregidecek faşizmle yüz yüze olduğumuzdur. İktidardayken burjuva demokrasisinin kurumlarını tümüyle ortadan kaldırmaya, muhalefetin fiziki varlığını yok etmeye çalışmayan ve zaman zaman kendisini seçimle iktidardan uzaklaştırılmasına sesini çıkarmayan bir faşizm bu. Ama elbette öncülü hükümet, neoliberal stratejinin sınırları içinde kaldığı ve dolayısıyla krizi dindiremediği zaman iktidarı yeniden ele geçirmesi de muhtemeldir. Faşist unsurlar iktidarda olsalar da olmasalar da etkin bir güç olmaya, toplumu ve devleti pasifleştirmeye devam edecektir. Aynı zamanda da “büyük sermaye ve faşist ayaktakımı ortaklığını” sürekli devam ettirecek şekilde küresel sermaye finans rejimi içinde şirketlerin çıkarlarını da koruyacaktır. Başka bir deyişle, günümüz faşizmi öncülü gibi kendisini yakmaya eğilimli değildir. Ancak kendisini üreten konjonktürü, çıkmaz sokağa sapmış neoliberalizmi, aşarak ortadan kaldırılabilir. Doğrudan neoliberal kapitalizmi hedef almayan ama neoliberal kapitalizm içinde ona mündemiç olarak gerçekleştirilemeyecek, değişken talepleri karşılayacak alternatifleri sunan bir sınıf hareketi, konjonktürden çıkış yolu sağlayabilir ve en nihayetinde bizi bu konjonktürün ötesine taşıyabilir.
Üçüncü dünya bağlamında, böyle bir sınıf hareketi, faşistlere karşı liberal burjuva unsurları ile ateşkes yapılmayacağı anlamına gelmez. Tam tersine, liberal burjuva unsurları da faşizm tarafından üretilen tipik aşırı milliyetçi söylem ile marjinalize edildiği için onlar da bu söylemi halkın içinde bulunduğu koşullara odaklanabilecek şekilde dönüştürmeyi isteyeceklerdir. Kuşkusuz, bunun neoliberal rejim içerisinde yapılabileceğini de iddia edeceklerdir. Söylemsel dönüşüm bile kendi içinde dikkate değer bir antifaşist harekettir. Bu deneyim değişen söylemin parçası olarak geliştirilen gündemin neoliberal koşullarda gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını öğretecektir. Böylece sola, neoliberal kapitalizmin ötesine geçmek için gerekli olan diyalektik müdahale imkanını sağlayacaktır.
Emperyalist Müdahaleler
“Neoliberalizmin çıkmaz sokağa saptığı” uluslararası finans kapitalin anaparasına eklemlenmiş yerli kurumsal-mali çıkarlarla desteklenen konjonktürde süregiden varlığa sahip bir faşizmle karşı karşıya olmamıza rağmen, üçüncü dünyanın işçi kesimi artan bir şekilde daha iyi maddi hayat koşulları talep etmeye devam edecektir. Böylece aşırı milliyetçi faşist söylemi sekteye uğratacaklardır (ancak tuhaf bir biçimde üçüncü dünya bağlamında bu anti-emperyalist olmayabilir).
Neoliberalizmin çıkmaz sokağa girmesi ve faşist unsurlara dayanmak zorunda kalması neoliberalizm altın çağını yaşarken dışlanmış olan gerçekten anlamlı siyasal hareketi yeniden canlandırmaktadır. Çünkü o dönemde, neoliberal gündemlere hapsedilmiş birbirinin kopyası pek çok siyasal oluşum çok matah bir şeymiş gibi gözükmekteydi. (Latin Amerika ise farklı bir tarihsel duruma denk düşer çünkü neoliberalizm kıtaya siyasi oluşumların şöyle veya böyle üstü örtülü rızasıyla ile değil askeri diktatörlükler eliyle getirilmiştir.)
Böylesi bir siyasi hareketlenme özellikle bazı ülkelerde neoliberal kapitalizme kuşkusuz zorluk çıkaracaktır. Emperyalizm, ki biz bunu uluslararası finans kapitalin hegemonyasının sürdürülmesini sağlayan tüm ekonomik ve siyasi düzenlemeler olarak anlıyoruz, bahsettiğimiz hareketlerle en az dört farklı yöntemle mücadele edecektir.
İlki, sıcak paranın sözde kendiliğinden yöntemidir. Ülkesini neoliberal rejimin sınırları dışına çıkarmak isteyen herhangi bir siyasal formasyon, daha koltuğuna oturamadan ülkeden sıcak para çıkışına şahit olacak ve seçildiğinde ülkeyi bir finansal krizin ortasında bulacaktır. Dolayısıyla seçim vaatlerini gerçekleştirmek daha en başında çok zorlaşacaktır. Bir şekilde seçilmeyi başarsa bile, daha yönetime gelmeden ülkeden sermaye çıkışı artacaktır. Halkın içine gireceği kaçınılmaz güçlükler, ilk aşamada hükümetin geri adım atmasına neden olacaktır. Neoliberal rejimden uzaklaşmak için işçi ve köylülerin desteğiyle seçilen bir hükümet, onları karşı karşıya oldukları kısa vadeli zorluklardan korumak ve desteklerini kaybetmemek adına güçlükler karşısında diz çökecektir.
Sermaye hareketlerine kısıtlayıcı düzenlemeler getirilse dahi, bütçe açıklarının bulunduğu bir ortamda, bu açıkların finansmanı sorun yaratacak, bir takım dış ticaret önlemleri alınmasını gerekli kılacaktır. İşte burada da emperyalizmin ikinci enstrümanı devreye girer: merkez ülkeler tarafından yönlendirilen ticaret yaptırımları. Küresel finans kapitalin hükümranlığından kurtulmaya çalışan ülkeye karşı merkez ülkeler onunla ticaret yapılmasını engellemek için diğer ülkelere göz dağı vereceklerdir. Ülke başarılı olsa ve ekonomisini dengeye oturtmayı başarsa bile, sistemin dışına çıkma çabasına rağmen yaptırımların uygulanması başka bir dalgalanma yaratacaktır.
Üçüncü silah ise, Latin Amerika deneyimine benzer sözde demokratik, parlamenter darbeler düzenlemektir. Eskiden olsa, darbeler yerel silahlı kuvvetler eliyle gerçekleştirilir ve sivil, demokratik seçimlerle gelmiş hükümetlerin yerine askeri diktatörlüklerin empoze edilmesi anlamına gelirdi. Şimdi ise, sıcak para ve uygulanan yaptırımlar nedeniyle oluşan zorluklardan kaynaklı vefasızlıktan faydalanarak, emperyalizm faşist veya faşist eğilimli orta sınıf siyasi unsurları vasıtasıyla demokrasiyi yeniden inşa etme adı altında gerçekleştirilen darbeleri desteklemekte. Aslında bu da neoliberalizmin peşinde koşmanın eşanlamlısıdır.
Ve bütün bu yöntemler başarısız olsa bile, hala ekonomik bir savaş açma seçeneğine (Venezuela’nın elektrik kaynaklarını tahrip etmek gibi) başvurulabilir. Venezuela neoliberal kapitalizmin düşüşte olduğu, çıkan isyanların benzer ülkeleri gittikçe daha fazla şekillendireceği bir dönemde üçüncü dünyada emperyalist müdahalenin neye benzeyeceğine ilişkin klasik bir örnek olmaktadır.
Bu müdahalelerin iki yönü dikkat çekmektedir. İlki, küresel finans kapitalin hegemonya döneminde, emperyalistler arası rekabetteki sessizliğe vurgu yapan merkezi devletler arasındaki görüntüde var olan ahenktir. Diğeri de merkez ülkelerin müdahale yönlendirmelerine verilen desteğin liberal kesimler de dahil tüm sağı kapsıyor olmasıdır.
Neoliberal kapitalizmin uzun süredir karşı karşıya olduğu meydan okumayı bu muhalefete rağmen savuşturması mümkün değildir. Kendini yeniden keşfetmesini sağlayacak vizyona sahip değildir. İlginç olan, I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, kapitalizmin krize girmesine ramak kala kendini yeniden canlandırmak için bulduğu devlet müdahalesi fikri, ki II. Dünya Savaşı sonrasında çok gözde olmuştu, artık rafa kalkmıştır.[11] Bugün, neoliberalizmin kendisini nasıl iyileştireceğine ve canlandıracağına dair hiçbir fikri yoktur. Ve üçüncü dünyada ulusal faşizm ve doğrudan emperyalist müdahale gibi silahlar onu uzun süre kendi eliyle kendisine karşı büyüttüğü kitlelerin öfkesinden koruyamayacaktır.
[1]Harry Magdoff, The Age of Imperialism (New York: Monthly Review Press, 1969). [2]Samuel Berrick Saul, Studies in British Overseas Trade, 1870–1914 (Liverpool: Liverpool University Press, 1960). [3]Paul A. Baran and Paul M. Sweezy, Monopoly Capital (New York: Monthly Review Press, 1966). [4]Bu durumu ilk defa fark eden ve önemini ayırt eden The Political Economy of Growth (New York: Monthly Review Press, 1957) adlı eserinde Paul Baran olmuştur. [5]Joseph E. Stiglitz, “Inequality is Holding Back the Recovery,” New York Times, January 19, 2013. [6]ABD’nin büyüyeceği yönündeki rahatlığın yavaş yavaş kaybolduğuna dair bir tartışma için bkz. C. P. Chandrasekhar and Jayati Ghosh, “Vanishing Green Shoots and the Possibility of Another Crisis,” The Hindu Business Line, April 8, 2019. [7]İngiliz ödemeler dengesinin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi ve uzun Viktorya ve Edward Dönemi yüksek büyüme oranlarının gerçekleştirilmesinde kolonilerden gelen transferlerin oynadığı rol için bkz Utsa Patnaik, “Revisiting the ‘Drain,’ or Transfers from India to Britain in the Context of Global Diffusion of Capitalism,” in Agrarian and Other Histories: Essays for Binay Bhushan Chaudhuri, ed. Shubhra Chakrabarti and Utsa Patnaik (Delhi: Tulika, 2017), 277-317. [8]Federal Reserve Board of Saint Louis Economic Research, FRED, “Capacity Utilization: Manufacturing,” February 2019 (updated March 27, 2019), http://fred.stlouisfed.org. [9]Konu Charles P. Kindleberger tarafından The World in Depression, 1929–1939, 40th anniversary ed. (Oakland: University of California Press, 2013) içinde tartışılmıştır. [10]Michał Kalecki, “Political Aspects of Full Employment,” Political Quarterly (1943), mronline.org sitesinden ulaşılabilir. [11]Joseph Schumpeter Keynes’in The Economic Consequences of the Peace eserinin bu yeni dönemde devlet müdahalesini gereklilik olduğunu savunduğunu söylemektedir. Schumpeter’in bu görüşü için bkz., “John Maynard Keynes (1883–1946),” in Ten Great Economists (London: George Allen & Unwin, 1952).
Comments