Kapitalist dünyanın dört bir yanındaki merkez bankaları pandemi sonrası güç bela yaralarını saran dünya ekonomisini durgunluğa ve daha fazla işsizliğe iteceği kesin olan mevcut yaygın enflasyona direnmek için ya faiz oranlarını arttırıyor ya da arttırmayı planlıyor.
Diğer merkez bankaları için bu konudaki standardı belirleyen ABD Merkez Bankası İdare Kurulu ise tam aksini iddia ediyor. Kurul, faiz artışının reel ekonomi üzerinde son derece sınırlı, olsa olsa geçici bir etkisinin olacağını; toparlanmaya katkı sağlamayacağını iddia ediyor. Ne var ki bu kusurlu bir akıl yürütme ve şunu öne sürüyor:
ABD Merkez Bankası Başkanı Jerome Powell, ABD’deki mevcut enflasyonun nominal ücret artışından kaynaklandığını ve bunun da insanların enflasyon yaşanmasını beklemesi yüzünden ortaya çıktığını iddia ediyor; faizdeki artış, insanlarda enflasyonun düşmesi yönünde bir beklenti yaratarak, bu nominal ücret baskısını sona erdirecek ve dolayısıyla eninde sonunda enflasyon rakamlarını aşağı çekecektir. Bütün bu düzenlemeler beklenen fiyat alanıyla ve dolayısıyla fiili fiyat alanıyla sınırlı kalacağından üretim ve istihdamın reel ekonomisi neredeyse hiçbir şekilde durgunlukla karşı karşıya kalmayacaktır. Bu akıl yürütme basit bir gerçek nedeniyle tümden yanlıştır: İşçilerin nominal ücretleri enflasyonun epey gerisinde kalmıştır; çünkü gerçek ücretleri düşmüştür. Dolayısıyla ABD’deki enflasyonun nedeni olarak nominal ücret baskısını göstermek devasa bir hatadan başka bir şey değildir.
Benzer şekilde enflasyonun nedenine ilişkin bir başka yaygın açıklamaysa Rusya-Ukrayna savaşının dünya pazarında çeşitli ürünlerde, özellikle de petrol ve gıda-tahıl kıtlığına yol açtığıdır. Bu açıklama da pek inandırıcı görünmüyor: Savaş elbette böyle bir kıtlığa yol açabilir, ama ortada henüz böyle bir kıtlıktan eser yok. İşin aslı, dünya pazarında savaş kaynaklı olarak bazı malların arzında herhangi bir azalma yaşandığına dair fazlaca bir kanıt bulunmuyor. Bu nedenle enflasyonun gerekçesi olarak savaş kaynaklı kıtlığı göstermek, ABD bağlamında kesinlikle yanlıştır.
ABD’deki enflasyonun nedeni, kâr marjlarındaki bağımsız artış nedeniyle fiyatların ücretlerden daha hızlı artmasıdır. Bazı mallarda kıtlık görüldüğünde kâr marjlarının artması beklenir; ancak içinde bulunduğumuz durumda enflasyonist baskıya maruz kalan bir dizi metanın kıtlık sahasına girdiğinden söz etmek mümkün değil. Hatta pandemi gerekçesiyle tedarik zinciri kesintileri yüzünden ani kıtlık yaşanabilecek mallarda dahi, fiyat artışı makul görünenden çok daha belirgin ve kalıcı. Başka bir deyişle, ABD’deki mevcut enflasyonun altında -spekülatif hamlelerin göstergesi olan- bağımsız bir kâr marjı baskısı var.
Spekülatif hamlelerin yalnızca üreticileri değil, tüccarları ve aracıları da etkilediği düşünülür; ancak bunun da hiçbir temeli olmadığını söyleyebiliriz. Çokuluslu şirketlerin fiyat belirleme politikalarının temelinde spekülasyon yatar ve spekülasyon kaynaklı enflasyonun dünyanın en büyük ekonomisini etkilemesinin nedeni, şimdiye değin izlenen sıradışı kolay para politikası yüzünden kredilere kolaylıkla ulaşılabilmesidir. “Parasal genişleme”, yani Merkez Bankası’nın ABD ekonomisine fazladan para sokması ve sıfıra yakın kısa vadeli ve uzun vadeli faiz oranlarını koruması, ekonomide bağımsız kâra yol açan bir likidite fazlalığı doğurdu. Bu da, bağımsız bir kâr marjı baskısına imkân tanıyan ve üretimin herhangi bir alanında tam kapasiteye ulaşmaya yakın olunmasa dahi kendisini enflasyonla dışavuran bir ekonomi yarattı. Dahası, bu para politikasının geçmişten günümüze kadar yol açtığı enflasyona karşı, mevcut yegâne önlem ya “kemer sıkma” ya da (bugünlerde olduğu gibi) faiz oranlarındaki artışmış gibi görünüyor ve bunların ikisi de durgunluk ile işsizliğe neden oluyor.
Meselenin bam teline işte burada geliyoruz. Çağdaş kapitalizm çatısı altında öyle bir ekonomik tertip var ki, ABD’deki bir avuç spekülatörün eylemlerinin sonuçlarıyla baş etmek için yalnızca ABD ekonomisinde değil (ki bu durum kendi için yeterince saçmadır), aynı zamanda bütün dünya ekonomisinde kitlesel bir işsizlik yaratılması gerekiyor. Bu son nokta, sermayenin, bilhassa da finansın küresel sınır ötesi hareketliliğinin yanı sıra neoliberalizm çerçevesinde ABD’de faiz oranı yükselince tüm dünyadaki faiz oranlarının yükseltilmesini gerektiriyor (zira aksi halde finans, çevre ekonomilerden ABD’ye akmaya devam edecek ve bu da çevre ekonomilerin parasının dolar karşısında sürekli değer kaybetmesine yol açacaktır.) Başka bir deyişle, ABD’deki spekülasyonla, başka araçlar kullanılarak doğrudan mücadele edilmesi yerine finansal “serbestleşme” rejimi altında bütün dünyada kitlesel bir işsiz nesli yaratılarak mücadele ediliyor. Bu, mantıksızlığın doruk noktasıdır.
Bolşevik devriminin gölgesinde ve Büyük Buhran’ın ortasında kaleme sarılan John Maynard Keynes, bu mantıksızlığın şüphesiz farkındaydı. Amacı sistemi kurtarmak olan Keynes, “yatırımın sosyalleşmesi” dediği unsurun peşine düşmüştü. Bu yüzden finansal çıkarların bir bütün olarak toplumun ihtiyaçlarına tabi olmasını gerektiren devletin mali müdahalesi zorunlu olduğu kadar uygun da bir para politikasıydı.
Bu düşünsel ortamda, savaştan sonra yeni yeni özgürleşen pek çok üçüncü dünya ülkesi, bırakın kitlesel işsizliğe yol açmayı, faaliyetinde herhangi bir azalmaya neden olmadan spekülasyonları doğrudan engelleyen yenilikçi finansal yapılar inşa etti. Örneğin Hindistan’da yatırım için uzun vadeli finansman, bankalar tarafından verilen kısa vadeli kredi oranlarından ekseriyetle daha düşük faiz oranları vermekte uzmanlaşmış bir dizi finans kuruluşunca sağlandı. Spekülasyonlara engel olmak için faiz oranı (ve rezerv oranı gibi geleneksel araçlar) dışındaki başka bir dizi araç bankalar tarafından devreye sokuldu. Bunlardan biri, belli -spekülasyonun vurduğu- sektörlere ya da “seçici kredi denetimleri” olarak adlandırılan alanlara kredi akışlarının doğrudan kısıtlanmasıydı. Enflasyonun kontrolü, yalnızca maliye ve para politikalarıyla değil, aynı zamanda “arz idaresi” ve kamusal bir dağıtım ve tayınlama [rationing] sisteminin devreye sokulması sayesinde mümkün oldu. Bütün bunlar, yatırımın, üretim ile istihdamın, spekülatörlerin davranışlarından büyük ölçüde bağımsız kalmasını sağladı.
Bretton Woods kurumları ve onun sadık neoliberal iktisatçıları, tüm bu düzenlemeleri şiddetle eleştiriyordu. Bu finansal düzenlemelere “finansal baskı” adını taktılar ve bu düzenlemeler yerine mali piyasalara doğrudan müdahalelerden kaçınılarak finansal sistemin “serbestleştirilmesini” istediler. Hatta süregiden tahılların kamusal olarak dağılması ve tayınlama uygulamasının kaldırılmasını bile istediler ve Modi hükümetinin bu amaçla meşhur üç çiftlik yasasını hayata geçirmesini sağladılar. Kamusal dağıtım ve tayınlama uygulamalarını kaldırmayı başaramasalar da, neoliberal “reformlar”ın bir parçası olarak “finansal serbestleşmeyi” mecbur kıldılar.
“Finansal serbestleşme” bir para politikası aracı olarak faiz oranına neredeyse özel bir itimat duyulması manasına geliyordu ve nispeten kolay finansal akışların söz konusu olduğu bir dünyada faiz oranı (daha önce belirttiğimiz üzere) ABD’deki orana bağlı olduğundan ülkenin burada fazlaca bir hareket alanı kalmıyordu. Dahası, “mali sorumluluk” hükümetin harcamalarının gelirlerine bağlı olması anlamına geldiğinden ve bu gelir de zenginlere daha ağır vergiler konmasıyla (o zaman yatırım projeleri için yeni yerler aramaya başlarlar) arttırılamayacağından, enflasyon kontrolü için kullanılan aynı faiz oranı, bir yandan da yatırım, üretim, istihdam ve büyümenin de anahtar bir belirleyicisiydi.
Bu, yalnızca ülkedeki üretim ve istihdamı belirleyen bir grup yerli spekülatörün davranışlarına bağlı olduğumuz değil, aynı zamanda dünyanın her ülkesindeki, yani bütün dünya ekonomisindeki üretim ve istihdamı bir avuç Amerikan spekülatörünün belirlediği bir dünyaya geri dönmemiz manasına geliyordu.
Ünlü iktisatçı Dr. KN Raj, bir avuç spekülatörün kaprislerinin milyonlarca işçinin istihdam beklentilerini belirlemesine müsaade etmediği için dirijizm çağında sahip olduğumuz mali sistemi övmüştü bir zamanlar. Finansal serbestleşme tam da bu bağımsızlığı yok etti ve dahası bütün ülkelerin istihdam düzeyini sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen Amerikan spekülatörünün kaprislerine teslim etti.
Enflasyonla mücadelenin bir yolu olarak faiz oranlarını yükseltmenin doğruluğu bütün dünyada tartışılıyor. Böylesi bir tartışma ekseriyetle neoliberal bir ortamı varsayar ve ardından da işsizlik ile enflasyon arasındaki bir tercih yapılması gerektiğini söyler; ancak bu çatışma bizzat hükümetin elinden bir dizi başka enstrümanı alan neoliberal düzenden kaynaklanır. Dolayısıyla bütün mesele neoliberal ortamı aşarak böylesi bir tercih yapma zorunluluğundan kurtulmaktır. Ne var ki, tartışmalarda buna nadiren değiniliyor.
-----------------------------------------------------------------------------
*Yazının orijinaline https://mronline.org/2022/06/04/neo-liberalism-and-anti-inflationary-policy/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Comentarios