Sadece iki ay iktidarda kalan Paris Komünü 1871’de son buldu. Geçici devrimci yönetimin uzun ömürlülüğünü ve tazeliğini nasıl açıklarız?
Yaşamı 72 günden ibaret olan ve Sol’un tarihsel bilincinde merkezi bir deneyim olarak kalıcı bir şekilde yer edinen Paris Komünü’nün göz kamaştırıcı yükselişi ve düşüşü arasında paradoksal çelişki vardır.
18 Mart ve 28 Mayıs 1871 arasında Paris’te olanlar, bazı bilim insanlarının “dünya tarihi” dediği şeyin objektifinden bakıldığında hemen hemen önemsizdir. Son dönemde on dokuzuncu yüzyıl tarihçilerinin pek çoğu - Christopher Bayly ve Jürgen Osterhammel’in övülen çalışmalarını düşünün- Komün’ü sadece Fransa- Prusya Savaşı’nın küçük bir detayı olarak ele alır. Endüstriyel ve finansal kapitalizmin, şehirleşme ve kentleşmenin, kolonyal imparatorlukların güçlendirilmesinin ve hali hazırda bulunan burjuva kıtasındaki eski rejimin direnişinin kalkış noktası itibarıyla Paris Komünü bir anlam ifade etmez.
Gerçeği söylemek gerekirse Komün, Fransa-Prusya Savaşı’nda, Üçüncü Napolyon’un kapitülasyonları ile cumhuriyetin ilanından yedi ay sonrasından itibaren ve Alman saltanatına Alsas-Loren’in nakline dair antlaşmanın imzalanmasından iki ay sonra bile marjinaldi. Martın başlangıcından itibaren muzaffer Prusya ordusu Champs-Élysées’yi alaşağı ettiğini ilan etmişti.
Böyle geçici bir olayın uzun ömürlülüğü ve tazeliği nasıl açıklanır? Cevap en başından beri herkesin farkına vardığı şeyde yatıyor: Komün’ün olağanüstü sembolik boyutu. Onlar miraslarını savundular veya yaftaladılar ancak hiç kimse etkilerini görmezden gelemedi, hafifletemedi. Pek çok radikal düşünür şehadetini anmış ve onu hem çöküş hem de doğuş olarak içtenlikle karşılamıştır. On dokuzuncu yüzyıl sekansının sonu, demokratik ani ve büyük değişiklikler ile proletarya devrimlerinin yeni döneminin başlangıcıdır.
Taşınan Meşale
Peter Kropotkin ve Mikhail Bakunin gibi anarşistler Komün’ü geleceğin duyurusu olarak betimlediler ve Karl Marx, Paris deneyiminin komünist potansiyelinin altını çizdi: “bu aslında işçi sınıfı iktidarıydı, üretenlerin özelleştiren sınıfın karşısındaki mücadelesinin üretimi, emeğin ekonomik özgürlüğünü gerçekleştirmek için eninde sonunda keşfedilen siyasi bir biçimdi.”
Georges Haupt, ince farklara önem veren tarihçiler gibi Paris Komünü’nün hemencecik hem sembol hem de örnek oluşturduğuna işaret eder: olanaklı ve arzu edilen bir gelecek olarak sosyalizmin sembolü, sosyalist bir bellek ile kaynaşacak ve yaklaşan mücadelelerden ötürü eleştirel bir şekilde üzerine tefekkür edilecek bir örnektir.
Yirminci yüzyılda, Paris Komünü’nün mirası büyük ölçüde Rus Devriminin ışığında sahiplenildi ve yeniden yorumlandı. Kritik 1917 yılında ve sonrasında, Rus iç savaşı boyunca Paris Komünü Bolşeviklerin aklına -alternatif- bir uyarı ve model olarak sık sık geldi. Ekim 1917, bu sembolü pekiştirmişti: yeni sosyalist çağın duyurusu illüzyondan ibaret değildi. Ayrıca 1871’in trajik yenilgisindeki dersler özümsenmişti: Bolşevikler, Komün üyelerinin geç kalışlarını, tereddütlerini ve zayıflıklarını tekrarlamamalıydı. Rusya’da Beyaz Ordu güçlü ve acımasız devrimci Terör tarafından mağlup edilmişti.
1891’de Friedrich Engels Paris Komünü’nü bir paradigma olarak tanımlamıştı: “proletarya diktatörlüğünün” nasıl görüneceğini göstermişti. 1917’den sonra Komün, Bolşevik Devriminin ön gösterimi hâline geldi - Komün, sosyalizmin 1789’daki başlangıcından 1830, 1848 ve elbette 1871’in arasından geçen 1917’deki zafere kadar tahta yükselen yürüyüşünü temsil eden bir diziye yerleştirildi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu imge, sosyalizme doğru kuvvetli gelişim içinde yeni adımlar eklenerek pekiştirildi: 1949’da Çin, 1958’de Küba vb. Komün - tarihsel sürecin ani, beklenmedik ve yaratıcı kırılması- Marksist tarihsiciliğin kategorileriyle teorileştirilmiş yeni çizgisel evriminde bir dönüm noktası haline gelmişti. Komün üyeleri, kahramanca öncü hâline gelmişlerdi.
Bolşeviklerin komünist Pantheon’a Paris Komünü’nü yazma girişimi son derece kuşkuludur ancak kibirli bir şekilde reddedilmesindense bu hâli son derece anlaşılır olmalıdır. Şüphe yok ki Bolşevikler, ustalaştıklarına inandıkları ve kendi politik tercihlerinin yüce meşruiyetinin yerini tespit ettikleri “tarihin yasalarına” karşı tedirgindi.
Leon Troçki, zırhlı treninde Terörizm ve Komünizm’i (1920) yazdığında, Sovyet güçleri kanlı iç savaşın ortasında onun hayatta kalması için mücadele ediyordu. Onun aklında ise, Paris Komünü’nün hayaletleri retorik figürlerden ibaret değildi; onlar fazlasıyla dramatik bir uyarı olarak şimdiyle yankılanıyordu. Bu ne propaganda ne mitolojiydi. Geçmişin şimdi gün yüzüne çıkıp kurtarılmak adına haykırdığı, mağlup olanların ise olağandışı bir empati vaktiydi. Ancak, tamamıyla askeri bir prizma aracılığıyla Komün’ün yeniden gözden geçirilmesinden ibaret kaldı.
Ütopyanın 72 Günü
Bununla birlikte, Komün üyeleri kendilerini komünist devrimin müjdecisi olarak düşünmedi. Liderler arasında yer alan Louis Auguste Blanqui’nin havarilerinin önemli varlığının altını çizdiği Versaille propagandası, Komün’ü ateist, tahrip eden ve vahşi komünizmin tehlikeli bir formu olarak ele vermişti. Süreli yayın ve kamusal müzakerelerinde kahramanların tanıklıklarıyla birlikte Komün genelde “evrensel cumhuriyet” ya da daha pragmatik bir biçimde “demokratik ve toplumsal cumhuriyet” deneyimi olarak anlatılıyordu. Aslında çok az itinayla birlikte aktörler, ideolojilerini veya önceden belirlenmiş ölçülerini uygulamaya geçirmeyi ummamışlardı; toplumsal ve politik gücün yeni bir formunu hatta belki de kuşatılmış ve yoksunlaştırılmış şehirdeki iç savaş ve savaşın olağanüstü hâlinde oluşan “yaşamın formunu” icat etmişlerdi.
Aktörlerden birisi olan anarşist coğrafyacı Élisée Reclus, geriye dönük tefekküründe Komün’ü şöyle betimler:
“Doğum, ünvan ve varlık yoluyla efendi olmayan ve köken, toplumsal sınıf ve maaş aracılığıyla köle olmayan yeni bir toplum. “Komün” ifadesi her yerde, yeni insanlığa işaret eden, özgür ve eşit ortaklığı icat eden, eski sınıfların varlığından habersiz, dünyanın bir ucundan öbür ucuna barış içinde birbirine yardım etmek anlamına geliyordu -en geniş anlamıyla.”
Başlangıçta Komün, şehrin savunmasını yok etmeyi isteyen Fransız hükümet ve ülkeyi ilhak etmiş Alman düşmanın karşısında 1792 örneğinden ilham alan bir genel seferberlikti [levée en masse]. Ulusal Muhafızlar tarafından kontrol edilen Belleville ve Montmarte’nin çarpışması. Bir başka ifadeyle bu devrimci yurtseverlik, Adolphe Thiers tarafından oluşturulan dış düşman ve iç tehditler dışında yeni bir şekilde duyurduğu Cumhuriyet’teki monarşist çoğulluk ve muhafazakâr yürütmenin doğrudan karşısında konumlandı.
İsyancılar, hedeflerini nasıl aşikâr bir şekilde gerçekleştirebileceklerini çok iyi bilmeksizin özgürlük, yatay demokrasi, özerklik, toplumsal adalet ve eşitlik ilkeleri üzerine temellenen bir halk iktidarını tesis etmeyi umdular. Ayrıca, otoriteryen rejim tarafından el koyulan imtiyazları ve yerel özgürlüklerin yeniden yürürlüğe konulmasını talep ettiler. “Komünalizm” dedikleri öz yönetim ve demokrasinin federalist kavrayışına fazlasıyla yapışıklardı (Lenin ve Troçki’nin gözünde en büyük zayıflıklarından birisi olacaktır). Böylece, deneyimleri daha önce var olan modelleri uygulamaya dayanmadı; Fransız ütopyacı sosyalizm geleneğindense yeni bir ütopya icat etmeye çabaladılar. Daha önce var olmayan, -Ernst Bloch’un ütopyacılığın “sıcak akıntısı” dediği şey tarafından ileri sürülen- bir şey yarattılar.
Paris Komünü, mülkiyet ilkesi sorusunu ortaya koymadı ancak kolektif ihtiyaçların önceliğini sundu. Eşitsizliklerin kaynağı olmaktansa mülkiyet “adil ve eşitlikçi” olmalıydı. Burjuva sınıfının büyük bir bölümü başkaldıran şehirden ayrıldığında tefecideki borçlar silindi, maaşlar düzenlendi ve sahipleri tarafından terk edilen şirketin öz yönetimi kuruldu. Fırınlarda gece vardiyası ortadan kalktı ve işçi temsilciliği seçimi her yerde tanıtıldı. Kiraların ödenmesi askıya alındı ve boş evlere el konuldu. Halkın tamamına ait olan Fransa Bankası’nın yönetimi ele geçirilmedi, böylece düşmanlarına güçlü bir silah bıraktı (Marx ve Bolşeviklere göre, zayıflığın başka bir semptomudur). Paris, - o zamanların dünyadaki en büyük üçüncü şehri- işçi sınıfı tarafından fethedilmiş bir şehirdi.
Hukuki ve politik meydan okumaların arasında Paris Komünü, III. Napoleon’un rejimi ve gericiliğin en büyük destekçisi Katolik Kilisesi ile devlet arasında tam teşekküllü bir ayrılık tesis etmişti. Laiklik, kadın öğretmenlerin erkek meslektaşları ile aynı maaşı elde ettiği eğitime dek genişletildi. Ailenin gerici kavrayışından tanınmış birlikte yaşayan çiftler ve üyelere verilen eşit haklar yoluyla vazgeçildi; seks işçiliği köleliğin bir formuna benziyordu ve kaldırıldı. Komün, kadınlara oy hakkı tanımadı -Ne Marx’ın ne de Lenin’in Komün’ün sınırları ya da hatalarından birisi olarak bundan bahsetmemesi önemlidir- ancak toplumda onlara yeni bir pozisyon sundu.
Komünde kadınların varlığı, onları pétroleuses[1] olarak tasvir eden Versaille propagandasının takıntılı bir hedefi haline gelmesinde dikkat çekiciydi: cadılar, mitolojik varlıklar, seks düşkünü kadınlar, histerik bedenler, aileleri ve bütün geleneksel değerleri yok edilmiş ve esrik ritüellerdeki ateş törenlerinde eğlenmeyi ve çocuklarını yarı yolda bırakan yozlaşmış kadınlar. On yıllarca, bu olumsuz mit dünya üzerindeki gerici hayallerin aklından çıkmayacaktı.
Komün varolduğu yetmiş iki gün zarfında pek çok özgürleştirici önlem açıkladı ve uygulamaya da başlamıştı ancak bu biçimsel siyasi yeniliklerin ötesinde bütün şehir, aşağıdan toplumsal dönüşüm sürecine bağlı ve olağanüstü coşku tarafından esir alındığını gördü. Sanatçılar ve entelektüeller -Paris, Avrupa entelektüel bohemyasının başkentiydi- kendi birlikleri oluşturdu. Popüler gazeteler ve grafik sanat, resmi kültürün radikal bir şekilde düşman olduğu genellikle ‘aşağılık bir kalabalık’ olarak betimlenen alt sınıfların bulunduğu ülkede iki ay içerisinde zenginleşti.
Anti-ruhbancılık ve devrimci bir şekilde gelenek ve kurumlara karşı çıkmak bütün kıtanın üst sınıflarını korkuttu. Vendôme Sütunu’nun imhası Komün üyeleri tarafından militarizmin, emperyalizmin “yanlış ihtişam”ın ve “mağlup olan muzafferlerin aşağılanmasının" sembolü olarak betimlendi ve Komün’ün Sanatçılar Birliği’ne önderlik eden ünlü ressam Gustave Courbet’nin sürgün ve tutuklulukla ödediği vandalizmin kanıtı oldu.
Devrimci yurtseverliğin bir ifadesi olarak doğan Komün, son derece enternasyonaldir. “Her şehrin işe yarayan yabancılara vatandaşlık hakkı tanımaya izin vermesi gerektiğini” bildirdi ve Fransa’nın başkentinde yaşayan binlerce göçmen, sürgün ve sığınmacının bütünleştiği “evrensel Cumhuriyet”in ilkelerine somut bir anlam kattı. Arşive kayıtlı 1725 yabancı Komün Üyesi birçok durumda önemli sorumluluklar aldılar: Komün ordusunun üçte ikisi önemli Polonyalı kumandanlar ve İtalyan lejyonunu içeren Ulusal Muhafızlar tarafından yönetiliyordu. Pek çok yabancı çalışma bakanlığına tayin edilen Uluslararası İşçi Birliği’nin Macar-Yahudi üyesi Léo Frankel gibi bu kurula mensuptu.
Komün'ün burjuva düzenini yıktığının en tartışılmaz kanıtı, devlet askeri gücünü, savaş sırasında bir halk milisi olarak yeniden inşa edilen Ulusal Muhafızlarla değiştirmesinde yatmaktadır. Mayıs ayındaki kanlı haftanın hemen sonrasında tam yerindeki yazısıyla Marx, Paris Komünü’nün iki ayırt edici özelliğine işaret etti: devletin baskıcı düzenekleriyle olan uyumsuzluk ve radikal demokrasi. İktidar mağlup edildikten sonra, işçi sınıfı hemencecik “basmakalıp devlet düzeneğini basitçe ele geçiremeyeceğini ve kendi amaçları için kullanamayacağını" anlamıştı. Eski devlet askeri gücü “silahlı halk” ile yer değiştirmeliydi.
Esasen işçi sınıfı, iktidarının kendi organlarını yarattı:
Komün, kısa vadede geri dönülebilir ve sorumluluk sahibi, şehrin çeşitli bölgelerinde genel oy hakkı tarafından seçilmiş belediye meclis üyeleri tarafından oluşturuldu. Üyelerinin çoğunluğu doğal olarak işçilerdendi ya da işçi sınıfının tanınmış temsilcileriydi. Komün parlamenter değil, aynı zamanda yürütme ve yasama organı olacaktı.
Böyle radikal ve doğrudan demokrasi biçiminin uzun vadede işe yarayıp yaramayacağını kimse bilmiyor. SSCB’de, parti diktatörlüğünün yerleşmesi ve iç savaşın patlak vermesinden dolayı birkaç ay haricinde asla çalışmadı. Komün’ün altında demokrasinin eşit karakteri, meclis ve kurumları domine eden karizmatik liderlerin eksikliği tarafından güçlendi. Robespierre, Lenin ve Troçki gibi baskın figürler olmasa da çok sayıda dikkat çekici kişilik vardı.
Ayrıca bu nadir tesadüflerle bağlantılıdır: Bakunin Lyon’daydı ve kuşatma altındaki Paris’e gidemedi; Auguste Blanqui, 18 Mart ayaklanmasından bir gün önce Güney Fransa’da tutuklanmıştı. Böylece, radikal demokratlar, sosyal cumhuriyetçiler, anarşistler, Proudhoncular,, Blanquistler ve hatta Marksistler bile (Londra’da yaşayan Komünist Manifesto yazarlarıyla düzenli mektuplaşan birkaç Komün üyesi) partizan bir liderlik için mücadele etmeksizin birlikte çalıştı. Kamu Güvenliği Komitesi’ni oluşturmak için yapılan kritik oylamada olduğu gibi birçok durumda, Blanquistler ve Uluslararası İşçi Birliği’nin üyeleri birlikte hareket ederek oy vermedi. Görüşlerin çoğulluğu, bereketliydi.
Komün, eşzamanlı bir şekilde hem eski devlet düzeneğini tahrip eden “eksik” bir güçtü hem de Versaille hükümetine karşıt yeni bir hükümdarlık tesis eden “kurucu” güç. Böylece, Komün her devrimci süreci işaret eden gerilim ve kopuşlar yoluyla şekillendi. Bir tarafta geleceğin inşasının coşkun atılımı ve elde edilen özgürlükten doğan heyecan; öbür taraftan ise yeni baskı organlarını yaratma gerekliliğinin eski yöneticilerin kaçınılmaz tepkilerine direnebilmesi. Demokratik komünalizm, iç savaşın ortasında gizli diktatörlükle birlikte var olur. Komün’ün güvenliğinin Blanquist önderi Raoul Rigault tarafından talep edilen otoriter önlemler Terör Dönemini tekrar etti ve Sovyet Çekası’nın habercisiydi. Bu kısa süreli varoluşun en dramatik anlarında Komün, rehinelerini infaz etti.
Komünün Düşmanları
Komün’ün hatırası, 1871 Mayıs’ın kanlı haftası ve Rus Devrimi arasında eleştirildi ve şeytanlaştırılarak içi boşaltıldı. On yıl boyunca, mağlup(lar) tarafından sessizce muhafaza edildi ve sürgün edilenler tarafından eleştirel bir şekilde aktarıldı. Komün, Fransa’da ifade edilemeyen bir vaka oldu, ve her zaman doğal afet olarak dehşete düşüren alegoriler yoluyla çağrışım yaptı. Aktörler ve başarıları, kamusal alandan bütünüyle silinme işlemi olan damnatio memoria[2]’nın nesneleri haline geldi. Ayaklanmanın başladığı Montrmarte tepesinin üstünde, Paris piskoposunu infaz eden “Komün’ün suçlarını telafi etmek için” Sacré-Cœur bazilikası inşa edildi. Baskı altına alınışından hemen sonraki fotogravürler Komün üyelerinin hareketlerinin -papazların infazından kiliselerin yanması ve mülkiyetin yok edilişine kadar- Kızıl Tören ünvanının altında bir araya gelen şehrin tamamını garkettiğini gösterir. Sonraki yıllarda “kızıl” sıfatının kullanılması resmi belgelerde yasaklanmıştır.
Komün sosyalist, anarşist, bohem, konformist olmayan yazarlar ve sanatçıları- Courbet, Honoré Daumier, Jean-Baptiste-Camille Corot ve Édouard Manet gibi ressamları ya da Jules Vallès ve genç şair Arthur Rimbaud gibi yazarları düşünün- cezbediyor iken Fransız entelektüellerin ezici çoğunluğu tarafından kınandı. Gustave Flaubert, Victor Hugo, Edgar Quinet, George Sand, ve Émile Zola Komün’ü kör bir şiddetin feveran edişi olarak gördü, hatta bazıları kanlı haftanın ertesinde genel af talep ettiler.
Fransız entelektüel eliti için Komün, iç savaştan meydana gelmedi; kolektif bir marazın, ezilmesi gereken ve ulusal bedenin tehdit edildiği salgının kötü bir ifadesinden ibaretti. Jean- Paul Sartre’ın işaret ettiği gibi, Komün karşıtı literatürün en önemli özelliği doğal patolojileriyle çatışma içindeki ortak sınıflara bağlı olan “toplumsal biyolojizm”dir. Zola, Fransa-Prusya savaşına adadığı La Débâcle (1892) romanında Komün’ü kuşatılmış bir şehrin altındaki açlık, alkol ve frengi tarafından kışkırtılmış “büyüyen salgın” ve “devamlı şaşkınlık” olarak betimler. Tarihçi Hippolyte Taine, Çağdaş Fransa’nın Kökeni’nde (1878) Komün’ü "humma, hezeyan ve devrimci spazm üreten, acının ve ciddi bir şekilde hasta olan toplumun kanına nüfuz eden patolojik mikrop” olarak tahlil eder.
Maxime Du Camp’a göre “fiili olarak Komün için savaşan bütün talihsizler psikiyatrideki “hasta”dır. Kriminal antropolojinin kurucusu Cesare Lombroso, Komün’e şüphe götürmeyen “bilimsel” antropometri testini ibraz ederken pek çok Komün üyesinin kafatasını analiz ettikten sonra çoğunda tipik “doğuştan suçlu” özelliğinin ortaya çıktığına kanaat getirdi. Pek çok yorumcu Komün üyeleri arasında büyüyen uygarlaşan dünya içerisindeki “barbarca gerileme"nin formu olan likantropi ve vahşiliğin semptomlarını, zooloji diline öncelik tanıdı. Théophile Gautier, Ekim 1871’de Komün üyeleri ile şehirde terör estiren ve kafeslerinden bir anda kaçan hayvanları karşılaştırır:
“Vahşi canavarlar, leş kokulu hayvanlar, zehirli yaratıklar, evcilleştirmeye yetersiz uygarlığın bütün inatçı sapıkları, kan sevdalıları, havai fişekler yoluyla yangın çıkarmakla oyalananlar, hırsızlıktan zevk alanlar, tecavüzün aşkı temsil ettiğini düşünenler, biçimsizleştirilmiş ruha sahip ve canavar kalpli herkes.”
Böyle bir şeytani portre sadece Fransızca yazından ibaret değil. Amerika Birleşik Devletleri’nde Chicago Tribune, Paris Komünü’nü Komançiler ile karşılaştırdı. La Nación, Komün üyelerinin suçlarından üzüntü duydu ve uygarlık karşıtı hamlelerinin ardındaki ilhâm kaynağını ihbar etti: Kamu Güvenliği Komitesi lideri Blanquist Raoul Rigault’ün dosyalarında Marx’ın Londra’dan gelen mektupları bulunuyor, o “gerçek bir Lucifer.” Parisli işçilerin eylemlerinin ardındaki kozmopolit bir komplo mitinin odak noktası, Avrupalılara göre şeytani kâbusun bir türü olan ve koşut olarak Friedrich Engels’e göre dünyanın tamamında işçi hareketi için “ahlaki güç” sayılan Uluslararası İşçiler Birliği’ydi.
Komün’ün düşmanlarının renkli retoriği zengin karşı devrimci geleneğe aittir. Rus Devrimi’nden sonra reaksiyon dili önemli ölçüde değişmedi. Troçki’yi Yahudi bir dev [ogre] olarak portreleştiren Beyaz Ordu posterlerini veya Bolşevikleri kurbanlarının kafataslarından yapılmış tepede zıplayan bir maymun kalabalığı olarak betimleyen Winston Churchill’i düşünün.
Mayıs 1871’in kanlı haftası aynı zamanda eski karşı devrimlerin çöküşü, yeni devlet baskılarının doğuşu anlamına geliyordu. Barikatlarda devam eden kavga ilk bakışta Haziran 1848’in tekrarı olarak göründü ancak bu aldatıcı bir taraftı. Yenik düşmüş Komün üyelerinin çoğu sokak muharebelerinde ölmemişti, duruşmasız yargılamadan sonra yöntemsel ve seri haline getirilmiş katliamlar yoluyla infaz edilmişti. Versaille ordusu ne Fanatik Bonapartistlerden ne de iğrendikleri başkentin cezalandırılmasını isteyen bölgedeki gericilerden oluşuyordu.
Tarihçi Robert Tombs’ın ikna edici bir şekilde açıkladığı gibi, düşüncelerini, eğitimlerini, organize oluşlarını icra eden askerler ve gayri şahsi kıyım, politik ayaklanmayı bastıranların bilincini taşımaz; tersine suçluların çıkardığı yangınları söndürdüklerini ve şehri tehlikeli hastalıklardan temizlediğini düşünmüşlerdi. Duygusuzca, ulusal kitleyi steril hâle getirmek amacıyla biyopolitik görevlerini başarıyla tamamladılar. Oysa General Patrice de MacMahon Mayıs 1871’de, General Louis-Eugène Cavaignac’ın Haziran 1848’teki jestlerini tekrarladı ve askerler yirmi birinci yüzyılda ikinci kez ziyaret edecek, 1943’te Einsatzgruppen[3] tarafından işlenen sistematik cinayetleri akla getiren bir katliam gerçekleştirdi.
Komün, her devrimci süreci karakterize eden gerilim ve kırılmalar tarafından şekillendi. Baskının büyüklüğü, hayli mühimdi. Tarihçiler hâlâ ölü sayısını araştırıyor ve tahminler 5.400 ile 20.000 arasında değişkenlik gösteriyor. Bu dikkate değer uyuşmazlık, onarılmaz yaralarıyla can veren binlerce insanın ve askeri infaz kurbanlarının sokaklardaki cansız bedenlerini açıklamaktaki zorluktan kaynaklanmaktadır. 1875’te Versaille ordusundan General Raymond Appert’in oluşturduğu raporda, 10.000’den fazla mahkumiyeti sonuçlandıran savaş meclisi tarafından 38.614 tutuklu ve 50.000 mahkumdan bahsediliyordu. Ayrıca 3.800 Komün üyesi Yeni Kalendonya’ya (1878’deki Kaledonyalıların isyanına destek veren çoğunluğun bulunduğu yer) sürgün edildi.
Esir alınmaktansa kaçanların yaklaşık 6.000’i takip eden on yıl boyunca sürgünde kaldı. Çoğu İngiltere, Belçika, İsviçre, İspanya, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri ve çeşitli Latin Amerika ülkelerine kaçtılar. Pek çok sürgün entelektüel biliyoruz (Gustave Courbet, Leó Frankel, Paul Lafargue, Louise Michel, Élie and Élisée Reclus, Jules Vallès) ancak çoğunluğu esnaf ve emekçiydi.
Yirmi Birinci Yüzyılda Komünler
Komün’ün hayaletleri yirmi birinci yüzyılda yeniden gördündü. 2006’da Oaxaca ve Meksika’yı, 2011’de önce Tunus ve Mısır’ı, Wall Street’i İşgal Et ile New York’u ve Madrid’te 15 milyonu bulan Puerta Del Sol meydanını işittik. Birkaç yıl sonra Fransa’ya da Paris’in ve Brittany’nin 2017 baharındaki ayaklanmayla [Nuit Debout][4] geldiklerini işittik. Rojava’nın Kürt savaşçıları, neo-kolonyal, faşist ve tutucu savaşlar yoluyla perişan edilen Orta Doğu’da silahlanmış, eşitlikçi, feminist ve doğrudan demokrasinin inanılmaz deneyimini yaratarak Komün’ün mirasına sahip çıktı. Hepsi için, Komün anlamlı ve hatıranın cansız aleminin karşısındaydı.
Komün’ün mirası, tekrardan beklenmedik bir değişim ile deneyimlendi. Paris ayaklanmasının en popüler isimlerinden birisi olan erdemli ve fedakâr “kızıl bakire” imajının yerini queer bir feministin aldığı Louise Michel’in ölümden sonraki dünyası bu değişimin anlamlı bir aynasıdır. Ayrıca benzer bir değişim Komün’ün toplumsal boyutunda meydana geldi. Aktörler, gözle görülür bir şekilde esnaf, işçi, öğretmen, Ulusal Muhafızların üyeleri, müstahdemler, bohem sanatçılar ve yazarlar olarak tanınmaktadır; ancak küçük bir azınlık fabrika işçisiyken çoğunluğu dönemlik veya gündelik işçiydi.
Ortalama Komün üyelerinin sosyal profili, yirminci yüzyıldaki sanayi işçilerinden çok güvencesiz işçiler, öğrenciler ve aydınlar gibi birçok çağdaş gencin profiline daha yakındı. Büyük ölçüde endüstri öncesindeki işçi sınıfının heterojen iç bileşiminin, farklı tarihsel bağlamlarına rağmen, neoliberal kapitalizmin post-endüstriyel proleter katmanlarıyla birçok yakınlık taşıdığı görülüyor. Doğrusal ve aşamalı ilerlemeye inanıp inanmamaktan ziyade kısa ömürlü oldukları kadar derin olan radikal kırılmalar için belirli bir eğilimi dillendirdiler. Oysa, toplumsal ve politik zaferleri aniden harap edilirken -bazıları on yıllar sonra elde edilecekti- Komün, 150 yıl boyunca her şeyden önce, kapitalizmin homojen ve doğrusal zamanının kesintiye uğraması ve yeni, nitelikli bir özgürleşme zamanının istilası sonucunda hayatta kaldı. Bu bakış açısından bakılacak olursa, Komün “gelecek olan bir geçmiş” olmadı - mazideki on dokuzuncu yüzyıl ütopyası- ancak şimdide hâlâ yankılanan muhtemel bir geleceğin temsili olarak kaldı.
On dokuzuncu yüzyıl komünizminin tarihsel teleolojisinden kurtarılmış Komün, tekil ve sadeleştirilemez kolektif özgürlüğün uğrağı olarak mağlup olmuş yirminci yüzyıl devrimleri ve yeniden keşiflerinin dizisinden koparılmıştır. Artık, [Komün] Bolşevizm’in toy hâli ve geçici ön-biçimi olarak görülmemektedir, onun bağıntısı ve güncelliği tam da ana sınırları olarak kabul edilen şeyde kavranmaktadır: merkeziyetçilik, hiyerarşiler ya da hegemonik liderlerin eksikliği, federalizmi ve etkileyici diktatörlükler inşa etmek yerine eşit demokrasinin yeni biçimlerini araştırmak.
Kısaca, Komün’de keşfedilen şey “ortaklık” hakkında güncel tartışmalarla güçlü bir şekilde yankılanan komünalizmdir: küresel özelleştirmenin neoliberal süreçleri karşısında zenginlik, bilgi ver doğanın kolektif yeniden tahsisi. Komün gibi yukarıda bahsedilen son deneyimler soyut bir model uygulamayı amaçlamıyordu; onlar geleceğin icadının yaratıcı uğraklarıydı.
Böylece, 1875'te Engels'in August Bebel'e yazdığı ve konuyla ilgisi Kristin Ross tarafından uygun bir şekilde işaret edilen bir mektupta verilen Komün tanımına dikkat çekici bir şekilde uyuyorlar. Engels için “Komün” ifadesinin karşılığı “cemaat” ya da “belediye” değildir. O, bunu bir “devlet” değil, “ortak alanı” belirleyen “mükemmel eski Almanca kelime Gemeinwesen”in karşılığı olarak gördü. Marx, Nisan 1871 tarihli arkadaşı Ludwig Kugelmann’a yazılmış mektubunda Paris Komünü’nü Homeros’tan ödünç aldığı bir metafor ve lirik imge ile tanımladı: “şiddetli bir esinti içindeki cennet.”
Titanların Olympos’a saldırdığı gibi, onlar da kendi hükümdarlarını devirmişlerdi. Bu belki de 1871’de yetmiş iki -Paris’e özgü- bahar gününün inanılmaz uzun ömürlülüğünü anlamanın anahtarı.
----------------------------------------------------------------------------------
*Yazının orijinal metnine https://www.jacobinmag.com/2021/05/paris-commune-150-anniversary-legacy linkinden ulaşabilirsiniz.
[1] 21 Mayıs’tan 28 Mayıs 1871 arası tarihe ‘kanlı hafta’ [Semaine Sanglant] olarak geçmiştir. Bu dönem boyunca pétroleuses ifadesi Fransa’nın tümüyle tükenmiş kurum ve hükümetini zarar verici bir şekilde ateşe vermekle suçlanan kadınları temsil eder. Bu konuyla ilgili daha fazla bilgi için bkz. Lynn Clement, “Commune’s Marianne: An Art History of La Pétroleuse” https://ageofrevolutions.com/2017/06/12/the-communes-marianne-an-art-history-of-la-petroleuse/ Gay Gullickson, Unruly Women of Paris, Cornell University Press, 1996. (ç.n)
[2] Hatıraların lanetlenmesi olarak çevrilen bu ifade Roma döneminden bu yana bir silme biçimini temsil eder. Roma Senatosu içinde bir değersizleştirme cezası olarak görülse de şu anda bir bellek biçiminin sarsılması, mimari hegemonyanın yok edilmesi vb. eylemler için kullanılmaktadır. Bkz: Eric Varner, Mutilation and Transformation: Damnatio Memoriae and Roman Imperial Portraiture, 2004. (ç.n)
[3] Nazi yönetimi sırasında Alman ordusunun işgal ettiği bölgeleri arayarak Yahudileri Komünistleri vb. öldüren birlik. (ç.n.)
[4] 2016’da Fransa’da iktidarın “çalışma piyasasına esneklik kazandırmak” gayesiyle çıkardığı Kanun’a sendikalar, öğrenci birlikleri ve örgütlerin karşı çıkması sonucu ortaya çıkan olaylara verilen genel ad.
Comments