Coğrafi Başlangıç
Benim Avustralya’dan gelip size otoritaryanizmin ne olduğunu anlatmama ihtiyacınız yok.[1] Ben de bu nedenle otoritaryanizmin ne olmadığından bahsedeceğim. Daha açık bir ifadeyle son yıllarda, Batıda, benim saçma bulduğum faşizm tanılarında bir artış olarak tanımladığım konu hakkında uyarılarda bulunacağım. Esas itibariyle “Anglosfer’e”[2] dahil ülkelerdeki durum hakkında konuşacağım çünkü benim yakından ilgili olduğum için bildiğim yer burası. Bu bölge, dünyanın, tarihsel olarak kendi sınırları içinde otoritaryanizme ve faşizme en az eğilimli bölgesi (aynı zamanda olağandışı emperyalist ve kolonyalist merkezler olmak gibi bir eğilimleri olsa da bu iki niteliğin birbirinden farklı fenomenler olduğunu savunacağım).
Geçmişi daha eskiye dayanan -sol düşünce içinde küresel bir fenomen olarak- bir eğilimden bahsetmek mümkün ve son zamanlarda ortaya çıkan belli bir tarihsel figür de bu söyleme daha önce görülmemiş çapta bir gürültüye ve histeriye yol açacak kadar etkide bulunuyor. Bu şahsiyet ilk olarak, ABD Başkanlık adayı olarak karşımıza çıkan ve akabinde de başkan seçilen Donald J. Trump.
2018’de, çok güzide Kuzey Amerika akademisyenleri ABD’nin Trump döneminde faşistleştiğini iddia eden iki kitap yayınladı. İlki, Jason Stanley ve Yale Üniversitesi profesörü Jacob Urowsky’nin “How Fascism Works”ü ve ikincisi de Kanada’daki McMaster Üniversitesi’nde “Paulo Freire Seçkin Akademi Üyesi” ve Eleştirel Pedagoji Bölümü kamusal çıkar alanında kürsü sahibi Henry A. Giroux’nun “American Nightmare: Facing the Challenge of Fascism”i. Trump’ı tanımlamak için “neo-faşist” terimini kullanan John Bellamy Foster, Alan Badiou, Judith Buttler ve William Connoly gibi Batı akademiyasına mensup ünlü aşırı sol entelektüelleri de bu gruba katabiliriz[3]. İddia edeceğim üzere, bunlar, buzdağının sadece görünen kısmını oluşturmaktalar ve bunları Batı solunun büyük bir çoğunluğuna hâkim olan, Trump’ın Başkan seçilmesine tepki olarak ortaya çıkan kitlesel bir halüsinasyonu anımsatan görüşler olarak tanımlamak mümkün.
Kanımca Batı’daki durum Türkiye’dekinden gece ve gündüz kadar farklı. Bu farklılığın altında iki coğrafya arasında ekonomik, siyasi ve kültürel bakımdan uzamsal bir mesafe bulunmasının yattığını düşündüğümü de ekleyebilirim. Hepimizin malumu tarihsel nedenlerden dolayı Yunanistan ve Brezilya’daki başlangıç aşamasındaki faşizm hakkında konuşmak ABD örneğine kıyasla daha net ve elle tutulur verilere dayalı olacaktır. Bana, Türkiye, yükselen faşizm dalgasının en büyük adayı imiş gibi gelse de yine de bu konuyu çok biliyormuş gibi yapmayacağım.
Türkiye’deki siyasal durumu okuduklarımdan biraz biliyorum ancak kültürel durumdan haberdar olmadığım için bugün üzerine konuşacağım faşizm dalgasından nasıl etkileneceğini gerçekten bilemiyorum. Emin değilim ama size bahsedeceğim bazı sorunlar size garip gelebilir (geçen sene Çin’de bu konu hakkında konuştuğumda karşılaştığım tepki tam olarak buydu) hatta bu tür sorunlara sahip olmayı büyük bir lüks olarak da görebilirsiniz ve önemsiz bulabilirsiniz.
Konuşmamın başlığı bir “tehlikeden” bahsediyor. Foucault bir keresinde “her şey tehlikelidir” demişti,[4] ve siyasal bir bakış açısından bunu hep aklımızın bir köşesinde tutmamız gerektiği kanısındayım ama bu tehlike durumunun ne kadar vahim olduğu değişkenlik gösterebilir. Esas mesele temelde yatan tehlikeyi nasıl tanımladığınızdır.[5] Dünyanın Anglosfer kesimleri için bir tehlike görüyorum ama Türkiye için durumun böyle olduğundan şüpheliyim. Yine de konuşmamın sonunda ABD’nin emperyal bir güç olmasının hiç de azımsanmayacak bir faktör olması nedeniyle hepimiz için bir tehdidin var olduğu çıkarımında bulunacağım. En azından bugün bahsedeceklerimin sizin de ilginizi çekeceğini düşünüyorum çünkü ABD’de olanlar hala herkesi pek çok yönden ve kaçınılmaz olarak etkilemeye devam ediyor.
Trump
Bugün bahsedeceğim ana karakter Donald Trump. Trump saçma sapan bir şahsiyet olsa da analitik bir bakış açısıyla ayrıcalıklı bir konumda bulunmasından dolayı aynı zamanda olağandışı bir karakter. Trump, bir ABD Başkanı dolayısıyla da dünyadaki en kuvvetli konuma sahip insan olması nedeniyle tartışmasız çok önemli biri. Ayrıca pek çok şeyin de kesişim noktasında bulunuyor: Şahsında, devlet iktidarı alışılmadık bir biçimde doğrudan kapitalist sınıf ile üst üste binmekte. Ne de olsa kendisi de görece büyük bir kapitalist ve aynı zamanda bir televizyon yıldızı ve tanınmış bir ünlü olması sayesinde bu konumunu medya ve eğlence sektörüyle de birleştirmekte. Zaten başkan olmadan önce de kapitalist ve şovmen rollerini benzersiz bir şekilde aynı potada eriten eşsiz bir figürdü. Benim ilgi alanıma giren kısım ise bugün ABD’deki ihtilaflı konuları, kullandığı dil ile istediği biçimde çerçevelemeyi becerebilmesi. Benim ondan bahsedecek olmamın nedeni, Trump’ı ABD siyasetinde özel yapan yukarıdaki ilginç kesişimlerin merkezinde olması değil, çok daha basit bir neden; konuşma şekli.
Trump’ın çok daha önceden kestirilebilecek 2016’da politikaya atılma girişiminden bu yana hakkında faşist olduğuna yönelik tutarlı ve ısrarcı ithamlar vardı. Bu iddiayı destekleyecek pek çok sebep sayabiliriz. Sanırım, bu ithamları meşrulaştırmak için kullanılan 3 temel kategoriden bahsetmek mümkün olacaktır:
1. Trump Politikaları – genel olarak siyasasının bir bütün olarak ama özellikle de göç ile ilgili olan politikalarının faşist nitelikte olduğu, ek olarak iktidara geldikten sonra bu politikaları uygularken kullandığı yöntemlerin de faşist olduğu iddia edildi.
2. Trump Destekçileri –sözde (soi-dissant[6]) faşistlerin Trump’ı desteklediği doğru bir tespitti (ancak şu an itibariyle bu durum çok da geçerli değil çünkü Trump’ın onların istediği politikaları uygulamadığını gördüler). Hatta bu iddianın da ötesinde, -ben bu kısmına biraz şüpheyle yaklaşsam da- Trump’ın bu faşist tabanı yarattığı da öne sürüldü. Ve bu bağlantı kurulduğunda Trump’ın da faşist olduğu söylenebilirdi.
3. Trump Dili – Stanley kitabına Trump’ın dilinin faşist olduğunu iddia ederek başlıyor. Kanımca aslında bütün bu tartışmanın gelip de dayandığı nokta burası. Siyasalara getirilen eleştiriler politikaların somut içeriğine odaklanmaktan çok söylemsel olarak nasıl çerçevelendiği üzerine. Aynı şekilde destekçilere yönelik eleştiriler de retorik üzerinden kurulan bağlantılar ve etkilere dayanıyor. Ben de tam bu nedenle Trump eleştirilerinin – merkez sağdan aşırı sola kadar- dile odaklandığını ve siyasetin ana mecrasını dil olarak görmek gibi bir hataya düştüklerini düşünüyorum. Bu, birazdan tartışacağım üzere, tehlikeli bir hata.
Trump Yöntemleri
Hakaretlerin odağı politikaların kendisinden çok Trump’ın politik beyanları ve bu politikalar çevresinde şekillendirdiği retorik. En büyük tartışma da göç politikaları ile bağlantılı olarak üretiliyor.
İlk olarak, Trump Birleşik Devletler’in güney sınırında yaşanan düzensiz Latin Amerikan göçüne kısıtlama getiren bir politika üzerinde durdu. ABD-Meksika sınırı boyunca bir duvar inşa etme niyeti üzerine söyledikleri politik beyanatlarının temelini oluşturdu. Fikir çok uçuk olmayabilir ama her şey bir yana bunu başkanlık makamının asli sorumlulukları arasında saymak da mümkün değildir.
Trump ayrıca ABD’de hali hazırda kaçak olarak yaşamakta olan İspanyol kökenli göçmenlerin sınır dışı edilmesini desteklediği için de faşizmle suçlandı. Ancak bu söylem hiç de yeni bir şey değildi ve sonuçta da tek yaptığı zaten yürürlükte olan hükümet politikaları çerçevesinde hareket etmekten başka bir şey olmadı. Bu yönde güç kullanımını artırmakla suçlandı. Buna örnek olarak da Göçmenlik İcra Dairesinin (Immigration Enforcement Agency/ICE) yetkilerinin artırılması gösterildi. Obama’nın 2. dönemine kıyasla sınır dışı edilme sayılarında hafif bir artış görülse de Obama’nın ilk dönemine göre toplam sayı çok daha düşük düzeylerde idi.[7] Tepki çeken uyguladığı politika değil, özellikle göçmenlerin “kötü erkek (hombre)”, tecavüzcü olduklarını ima eden kullandığı retorik idi. Kısaca, Obama insanları sınır dışı ederken kimseyi gücendirecek şekilde sözlü olarak tu kaka ilan etmediği için ortada bir sorun yoktu.
Trump döneminde göç politikalarında yaşanan değişime yönelik aralıksız devam eden eleştirilerin sınır dışı etmenin kendisine karşı değil kayıt dışı göçmenlerin haklı olarak “toplama kampları” adı verilen yerlerde alıkonulmasındaki gibi takınılan tutuma ilişkin olduğu anlaşılıyor. Ancak göçmenlerin toplandığı bu alanların “toplama kampı” olarak adlandırılmasına da itirazlar var ve terimin yanlış bir biçimde Nazi ölüm kamplarını çağrıştırdığını öne sürüyorlar. Kabul etmek gerekir, kavramın kullanımı kamuoyu algısının Nazilerle bir bağ kuracak biçimde şekillenmesine neden olurken Trump-faşizm analojisinin doğruluğuna yönelik düşünceyi de kuvvetlendiriyor. Örneğin Ocasio-Cortez, bu politikaya atıfta bulunarak Trump yönetimini faşist olmakla itham etti. Ben de “toplama kampları” kavramının Nazi analojisi üzerinden kullanılmasını çok doğru bulmuyorum. ABD toplumuna uzak olan Nazi toplama kampları ile bağlantı kurmak yerine güncel uygulamanın büyük benzerlik gösterdiği ABD topraklarında II. Dünya Savaşı sonrasında özellikle savaş esirleri için kurulan toplama kamplarını çağrıştırdığı için kullanmayı daha uygun buluyorum. Sanırım Nazi kampı benzetmesini yapan çok az belki de hiçbir yorumcu, ABD topraklarındaki bahsettiğim durumu, günümüzde esir kamplarının habis olarak tanımlanmalarına rağmen (faşizm ve benzerlerine karşı yürütülen arketip bir savaşın parçası sayılan bir politika olması nedeniyle) keskin bir ifadeyle faşist olarak nitelemeyecektir.
Devam edelim. Göçmen ailelerinin kamplarda toplanması Trump döneminde yaygınlaşmış (ki geçmiş yönetimlere kıyasla çok büyük bir artıştan da bahsetmiyoruz) olsa da bu yönetimin icadı değil, çok daha önce yerleşmiş ve Obama yönetiminde yaygınlaştırılmış bir uygulama. Bu bağlamda Trump’a yöneltilen eleştiri özellikle çocukların ebeveynlerinden koparılmalarına ve alıkonulduklarında tutuldukları koşullara odaklanıyor. Ancak, ailelerin parçalanması durumu da yeni değil. Buna karşın, Trump döneminde önceki dönemlerden farklı olarak uygulamanın yerleşik hale geldiği iddia ediliyor. Ama aslında çok daha eskiye, “yasa dışı yollardan ABD’ye giren göçmenlerin kovuşturulması” politikasına dayanıyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi bu yöntemde de kovuşturma altındaki bütün ABD vatandaşları çocuklarından ayrı tutuluyor. Kaçak göçmenlerin kovuşturulması da aynı adli ceza sistemi içinde yapıldığı ve sadece yetişkinler kovuşturuldukları, çocuklar bu kovuşturmaya tabi olmadıkları için ebeveynler ve çocuklar birbirlerinden ayrılmak zorunda bırakılıyorlar. Günün sonunda Trump yönetiminin bu uygulaması da kısa ömürlü oldu ve 2018 yılında, karşıt görüşün kamuoyuna hâkim olması sonucu Trump, bir başkanlık kararnamesi ile sınırda ailelerin ayrılması uygulamasına son verdi.
2018’e kadar yaşananlar ne kadar kabul edilemez olsa da halefi olduğu yönetimlerle tek farkı niteliksel olmaktan çok niceliksel bir farklılık. Sanırım tam bu noktada eleştirilerin düzenli olarak göstermeye çalıştığı bir örüntü karşımızda belirmeye başlıyor. Trump’ın yaptığı bir şeyi daha önce faşistlerin de yaptığını teşhis etmeye dayalı standartlaşmış bir hikaye anlatımı bu (“Hitler de çocukları toplama kamplarına koymuştu!!!”). Bu tespitin ardından Trump’ın da dolayısıyla faşist olduğuna yönelik hüküm verilmiş oluyor. Ama neredeyse hiç kimse, düzenli olarak aynı şeyleri yapmış olmalarına rağmen, daha önceki yönetimleri faşist olarak nitelememişti.
Sınırda yapılacak duvarın boş bir sembolizmden başka bir şey olmadığı iddiası eleştirinin dikkat çeken bir unsuru -ki bence de doğru bir tespit–. Bu kadar uzun bir sınıra kurulacak fiziksel bir yapının göç harekelerini önlemesini beklemek çok da olası değil. Cumhuriyetçilerin ağırlıkta olduğu bir kongrede bile Trump aktif olarak bu politikayı sürdüremedi. Buna rağmen Trump Demokratları saf dışı bırakabilmek ve böylece duvar için gerekli bütçeyi elde etmek için de “olağanüstü hâl” ilan etti. Peki bu Trump’ın otoriter olduğunu ispat etmeye yeter mi?
1976 yılında yürürlüğe girmesinden bu yana Ulusal Olağanüstü Hâl Yasası ABD siyasal hayatında sıklıkla başvurulan bir araç oldu. Obama 8 yıllık başkanlığında 12 kez yasayı uygulamaya soktu. Örneğin, 2009’da domuz gribi salgınında hastanelerin hastaları reddedebilmelerine olanak sağlamak için kullandı. Trump ise yasayı 2 senede sadece 4 kez kullandı. Belki oransal olarak daha fazla ama bence o kadar da çok değil. Söylemek istediğim, bu yasanın kullanılması ne sıradışı bir örnek ne de başkanlığın doğasında var olan gücün dizginlenemeyişinin bir örneği. Aslında tam tersi. ABD başkanlarının gücü o kadar kontrol altında ki Kongre’yi aşmak ve etkin bir güce sahip olabilmek için bu mekanizmaya ihtiyaçları var.
Yine de Trump’ın olağanüstü hâl ilanının farklı bir nitelikte olduğu ve anayasaya aykırı biçimde kaynak aktarımı anlamına geldiği iddia edildi. Yüksek Mahkeme ise Anayasaya uygun olduğu kararına vardı. Tabii yine de Yüksek Mahkemenin (Supreme Court of the United States, SCOTUS) Cumhuriyetçilerle dolu olduğunu ve Trump’ın bu şekilde davranmasını olanaklı kıldıklarını söyleyenler çıkacaktır. Bu kararı alan yargıçlar Trump’ın otoritesini anayasanın üzerinde gören, daha ilk bakışta faşist oldukları anlaşılan insanlar değiller, sadece anayasayı yorumlarken Trump’a nispeten biraz sempatiyle bakan hukukçular. Diğer yandan Trump yönetimin hukukun üstünlüğünü açıkça hor gören bir tavır sergilediğini söylemek de mümkün. Trump’ın sınır muhafızlarına mahkeme emirlerine uymamalarını söylemesi; hükümetin kendilerine yöneltilen soru önergelerini cevapsız bırakması gibi örnekler de mevcut. Ancak bunlar çok uç örnekler. Hukukun üstünlüğünün veya ABD anayasasının, temelden tehdit altında olduğunu retorik düzlemde bile kanıtlamaktan çok uzaklar. Burada bir kez daha karşımıza çıktığı şekliyle istisnai durum sadece Trump’ın nev’i şahsına münhasır arsızlığı. Geçmiş dönem hükümetleri de yasadışı içtihada girişmiş, federal yetkililere suç işlemeleri yönünde telkinlerde bulunmuşlardı. Burada üzerinde durulması gereken esas soru hükümetin içtihadının yasal olmadığı durumlarda yargının nasıl hareket etmesi gerektiği. Yoksa, Trump önceki yönetimlerden hukukun üstünlüğünü göz ardı etme konusunda ne daha istekli, daha önemlisi, ne de böyle bir güce sahip.
Trump’ın göç konusuna ilişkin Latin göçü ile kıyaslandığında daha ırkçı, daha hayalci ve hatta hukuken daha çok tartışmalı ikinci yaklaşımı Müslüman yasağı oldu. Seçim kampanyasının ilk zamanlarında Trump ABD’ye Müslüman göçünü tamamen durdurma vaadinde bulundu. Bu, haliyle, ırkçı olduğu açık bir politika. Tabi bazıları teknik ama epey taraflı bir yaklaşımla İslam’ın bir ırk kategorisi olmadığını ileri sürebilir. Ben ise bunun faşizm olmadığını ileri süreceğim. İlk önce bu politika ABD vatandaşlarını kapsamıyor, örneğin ABD’de dini özgürlüklere kısıtlama getirmek anlamına gelmiyor. Zaten öyle olsaydı anayasaya da açıkça aykırı olurdu. Müslüman göçünü önlemek de zaten göreli açıkça[8] anayasaya aykırı. Sonuçta Trump da bu politikayı gerçekten uygulayabileceğini hiç düşünmemiştir. Yani böyle yapacağım demesini çok da ciddiye almamak lazım. Bu politikanın eleştirel okumaları oldu ve onlara göre bu politika anayasal düzenin değiştirilmesi anlamına geliyordu. Doğruyu söylemek gerekirse bunun Trump’ın hayal gücünün vardığı son nokta olduğu söylenebilir ama yine de böyle bir şeyin gerçekleşmesi imkânsız denecek kadar olanak dışı. Sadece karşısındaki siyasi engeller bile kolay kolay aşılamaz türden.
Sonuçta da olan biten, söz konusu politikanın mevcut göç politikası içine kısık bir sesle ve bazı ülkelerle sınırlı olarak uygulanmak üzere yerleştirilmesi oldu. Bu politikadan ilk olarak etkilenenler Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerdi ama yine de Müslüman ülkelerin çoğunluğu bundan etkilenmedi. Kısaca bu politika da hiçbir zaman Trump’ın vadettiği seviyede etkinlik kazanmadı. Bu haliyle bile pek çok mahkeme, yasağın anayasaya aykırı olduğu kararına vardı ve daha önemlisi yürütme erki de alınan kararlara uydu. Şu anki durumda yasak, sadece, belirgin bir Müslüman nüfusa sahip olmayan 2 ülkeyle (Venezüella ve Kuzey Kore) sınırlı. Dolayısıyla güvenlik endişeleri nedeniyle bazı ülkelerden göçü kısıtlayan normal küresel göç rejimlerinden esasen bir farkı bulunmuyor.
Trump’ın Destekçileri
Duvar ve seyahat yasağı veya göçü toptan kısıtlamak gibi politikalar, ABD toplumunu köklü bir değişime sürükleyecek adımlardan çok Trump’ın bu tür içtihatta bulunmasını arzulayan destekçilerine göz kırpması gibi. Faşizmle ilişkilendirilen bu tür apel vermeler, bu politikaların gerçek faşistlere çekici gelmesi nedeniyle doğal olarak faşizm suçlamalarına yol açıyor. Medya tartışmalarında ise faşizmle olan bağ daha çok Richard Spencer’ın alternatif-sağ (alt-right) etiketi üzerinden kurulmakta. Alternatif-sağ etiketi “beyaz milliyetçilik” kavramıyla daha doğru karşılanabilecek bir siyasi eğilime denk düşüyor (Medyada tercih edilen yakıştırma “beyaz üstünlükçülüğü” olsa da bu kavram milliyetçilerin diğer muhafazakarlardan farkını ortaya koyamıyor. Buradaki fark, beyaz üstünlükçülerin diğer ırklara karşı bir üstünlük iddiası taşıması milliyetçilerin ise bir üstünlük iddiasından çok beyazlar ve diğerleri arasındaki farklılık vurgusunda yatmakta). Her ne kadar bu insanları faşist olarak kategorize edip geçmekte bir beis yoksa da ben yine de bu konuyu biraz daha kurcalamak istiyorum. Ayrıca faşizmin bu kategorisi kesinlikle neo-nazileri kapsıyor ama spektrumun daha saygın ucunda bulunan, ufak değişikliklerle de olsa 20. Yüzyıl başları Amerika’sının ırka dayalı ayrımcı ve dışlayıcı politikalarına dönüşü savunan paleo-muhafazakarlarının da bir temsilini içeriyor.
Burada yaşanılan genel sorun günümüz Amerikan kamusal söyleminde faşizm ve ırkçılık kavramlarını birbirinden ayırt etmeye yönelik bir çabanın hiç olmamasıdır. ABD her zaman sistematik olarak ırkçıdır. Ancak bu aynı zamanda her zaman faşist ve otoriter olduğu anlamına da gelir mi? Tam tersine, bence ABD tutarlı bir biçimde liberaldir. Liberalizm ve ırkçılık kombinasyonu istisnadan çok kurala tekabül eden tarihsel bir olgudur. Günümüz liberalleri ise bu birlikteliği düşünülemeyecek kadar rahatsız edici buluyorlar, o ayrı. Amerikan merkez-sol liberallerinin Amerikan projesinin tam da kalbinde ırkçılığın bulunduğu gerçeğini inkâr etmeleri Trump konusundaki yargılarında merkezi bir sorun olarak ortaya çıkmakta: Trump’ı münferit bir örnek olarak kabul ederek Amerikan müesses nizamına sinmiş derin ırkçılığı böylece mazur görüyorlar.
Faşizm ve ırkçılığın aynı vagona konulması sanırım “faşistin” siyasi-toplumsal örgütlenmeye meyilli olmaktan çok belli bir karakter veya siyasi düşünceye sahip olmak olarak betimlenmesinden kaynaklanıyor. Faşistleri bu şekilde tanımlamayı, liberaller öznel etkileri ve yönelimleri anlama becerileri olarak görüyor. Liberaller bu yanlış tanımı bir empati başarısı olarak kutlasalar da aslında liberallerin savundukları ve hali hazırda uygulanmakta olan kendi politikalarının sonuçları ile yüzleşemedikleri ortaya çıkıyor.
Beyaz milliyetçilik tam anlamıyla ırkçıdır. Pek çok beyaz milliyetçi açıkça faşist belirten (gösteren?) ve imgelerine başvurur ve aslında kendisini faşist olarak sayar. Yine de Amerikan beyaz milliyetçiliği kendine has bir yaratıktır (beyaz milliyetçiliğin bu türü bir Amerikan buluşudur diyeceğim çünkü yalnızca ABD’de Avrupalı etnik gruplar arasındaki farklar ortadan kalkmış ve “beyaz” kimliği ortaya çıkmıştır). Amerikan beyaz milliyetçiliği Amerikan sağının liberteryen güdülerini paylaşmaya meyillidir: Özel mülkiyet hakkını, ABD anayasasını savunur ve yine bu sıfat hasebiyle devlete güvensizlik besler. Amerikan beyaz milliyetçiliği Amerikan milliyetçiliğinin bir biçimidir, pek çok liberal reflekse sahiptir, ama yine de içinde faşist unsurları barındırır ve faşistler, eğer bir fırsatını bulurlarsa ABD anayasasını bir kenara atacaktır.
Her şeye rağmen beyaz milliyetçiler 2012 başkanlık seçimlerinde sağ-kanat liberteryen Ron Paul’u destekleme eğiliminde oldular ve yine çoğunluğu 2019’da teknoloji girişimcisi liberal Andrew Young’ın aday adaylığı üzerinde uzlaştılar. Faşistlerin bu davranışının açık ve anlaşılır bir mantığı vardı: Bu adayların kendi düşüncelerini benimsediklerine inandıkları için değil ama kendi gündemlerini bir şekilde uygulayacaklarını düşündükleri için bu adaylara destek verdiler. Tabi Trump’la bunun da ötesinde bir inanç birlikteliğine sahip olduklarını düşündüler, ama yine de çok azı Trump’ı kendilerinden biri olarak görüyordu. 2019’a gelindiğinde artık içlerinden hiç kimse buna inanmıyordu ve 2020’de ise açıkça Trump karşıtı bir pozisyona geçtiler. Dahası, beyaz milliyetçilerin siyasi reflekslerinin politik olarak güvenilir olduğunu düşünmüyorum. Trump’ın zaferinin aynı anda kendilerinin de zaferi olduğunu düşünmeleri bunun gerçekten böyle olduğu anlamına gelmez. Beyaz milliyetçiler tamamıyla aptal değiller ama yaptıkları her siyasi hamle de başarılı sayılmaz. Pek çoğu bu nedenle şu an Trump’ı desteklemenin bir hata olduğu kanaatine sahip.
Her hâlükârda, beyaz milliyetçiler sürekli ve tek ses halinde Trump’ı destekleseler bile aralarındaki ortaklık Trump’ın faşist hatta ırkçı olduğu anlamına gelmez. Trump bu tür destekçileri dışlamamakla suçlandı. Ancak birisini reddetmemek onunla aynı görüşte olmak demek de değildir. Bunu Trump’ın beyaz milliyetçilerle aynı fikirde olduğu şeklinde değil onları kendi çıkarı için kullandığı şeklinde yorumlamak belki daha doğru olacaktır. Faşist olduğunu gizlemeyen kişilerle, doğrudan apaçık bir bağlantısı olduğu iddia edilemez. Belki farklı derecelerde (dünyada herkesin herkesle olabileceği kadar) bir bağdan veya onlara çekici gelebilecek bir retorikten ve arasına onlarla mesafe koyacak kelimelerin eksikliğinden bahsedilebilir.
Yeri gelmişken, ABD’de veya İngilizce konuşulan ülkelerde neo-faşistlerin gerçek bir tehlike oluşturduğu görüşüne de ikna olmuş değilim. Alternatif-sağ ruhun internette kitlesel olarak genişlediği açıkça görünüyor. Radikalleşmiş genç erkeklerden oluşan bu toplumsal katmanın bir şekilde 1920’ler ve 30’ların Avrupa’sında yükselen faşizmi andırdığı da söylenebilir ancak arada belirgin farklılıklar olduğu da yadsınamaz. İlkin, bu fenomenin tam olarak ne büyüklükte olduğu kestirilemese de önceki döneme kıyas kabul etmeyecek kadar zayıf olduğu anlaşılıyor. Belki bu haliyle bile oldukça tehlikeli olarak kabul edilebilir ama yine de ABD’de seçimle veya zorla iktidarı ele geçirebilecek bir sayıya sahipmiş gibi görünmüyorlar. Bence burada daha çok faşizm özentileri ile karşı karşıyayız. Bu kitleyi, faşizme sadakatini gerçeklikten çok hayal kırıklığıyla dalınmış bir fanteziye dayanarak yaratmış klavye savaşçılar olarak tanımlamak doğru olacaktır. Bu tanım terör eylemlerine bulaşmış olanlar için dahi geçerlidir. Trump’ın seçilmesi bu insanların iktidarı ele geçirdiği anlamına kesinlikle gelmez. 2016’da sağ kanadın çevrimiçi çevrelerinde bir zafer edasıyla “içe dönüklerin” ve “istemsiz bekarların” bir mimler savaşında mimleyerek Trump’ı başkan seçtirdiklerini duyduk[9]. Seçimin kazanılmasında belirleyici olduğunu gösterecek bir veri olmasa da aradaki oy farkı o kadar düşüktü ki her katkının, etkisi ne kadar sınırlı olursa olsun, seçim zaferini getirdiğini kabul etmek gerekir.
Trump örneğinde olduğu gibi, aşırı sağ söz konusu olduğunda, dikkatler, siyasete kayda değer bir etki olup olmamasından ziyade, söylemlerin ve marjinal eylemlerin niyet okumasına yoğunlaşmış durumda. Etkilerin bu söz ve eylemleri takip edeceği var sayılsa da bu varsayımın sağlaması pek ikna edici olmuyor. Aşırı sağın münferit terör faaliyetleri içinde olduğu bir gerçek. Eleştirmenlerce terörün Trumpizmin bir parçası olduğu ima edilse de aslında bu eylemleri Trump’ın başkan seçilmesine umut bağlamış aşırı sağda yer alan pek çokları gibi siyaseten dışlanmış ve hayal kırıklığına uğramış bireylerin, elle tutulur bir dönüşümün olmadığını görmesi üzerine gerçekleştirdiği eylemler olarak tanımlamak gerekir.
Trump’ın Demeçleri
Peki, Trump’ın konuşma tarzı ile ilgili ne söylenebilir? Trump’ın açıkça ırkçı olduğu yaygın olarak ima ediliyor. Bense Trump’ın söyleminin bariz derecede ırkçı olduğu iddiasını fazla abartılı buluyorum. Konunun tartışılıyor olması her hâlükârda hiç gerek yokken Trump’ın öznel tutumu sorusunu gündeme getiriyor. Konunun bu şekilde ele alınması bir siyasal görüngü olarak Trumpizme ilişkin yapısal sorular ile Trump’ın öznel kişiliğinden kaynaklananlar arasındaki farkları ortaya koymakta başarısızlığa neden oluyor.
En yakın örneklerden biri 2019 yılında Trump’ın Demokrat Parti mensubu kadın senatörlerle ilgili attığı bir tweet. Tweetinde Trump biri dışında hepsinin ABD doğumlu olduğu bu senatörlerin ülkeyi terk etmeleri ve kökenlerinin dayandığı ülkelere gitmeleri gerektiğini yazmıştı. Trump’ın da -pek çok defa vurgulanmıştı- ne öz annesi ne de babasının ailesi ABD doğumlu değil. Dolayısıyla aynı şey Trump’a da pekâlâ söylenebilir. Tabii buradaki kriter göçmen bir aileden gelmek değil beyaz olmamak. Böyle bakıldığında da retorik açıkça ırkçı bir biçim alıyor. Ancak, bu ne bir resmi siyasal bildiriye dönüştü ne de kamu politikası olarak uygulamaya geçti. Trump daha çok senatörlerin kendi istekleri ile (ABD milliyetçilerinin “ya sev ya terk et” sloganında olduğu gibi) ABD’yi terk etmelerini kastediyordu.
Bütün bu tartışmadan Trump’ın elinde olsa güç kullanarak bu insanları sınırdışı etmeyeceği anlamını çıkarmamak gerekir. Ben daha çok Trump’ın ne düşündüğünün bir önemi olmadığını söylemeye çalışıyorum. Trump faşist eğilimli olabilir (gerçi ben onun daha çok ağzından çıkanın ne olduğunu bilmediği kanısındayım ama…). Burada işaret etmeye çalıştığım şey Trump ruhen faşist olsa da olmasa da ABD’de politik bir fenomen olarak faşizmin gerçekte var olup olmadığı. Hain olarak itham edilen[10] ABD vatandaşlarının kitleler halinde sınır dışı edilmeleri faşizme yakınsayan baskıcı bir iklimi ve mekanizmaları anımsatmakta. Belli etnik gruplara mensup ABD vatandaşlarının sadakatinin sorgulanması hikayesi eskilere dayanıyor (I. ve II. Dünya Savaşında Alman ve Japon asıllı Amerikalılar ile ilgili olanlar ilk akla gelenler). Siyah Amerikalıların -Abraham Lincoln’ün dahi ateşli bir taraftarı olduğu- kitlesel gönüllü (geldiği) ülkeye dönüşü fikri Sivil Savaş’tan sonra ana eğilim olmuştu. Elbette bu tarih, baskıcı, ırkçı vesairedir ama bence kendiliğinden (eo ipso) “faşist” değildir.
Her ne kadar karşıtları Trump’ı yeni ve tehlikeli bir “faşist” politik eğilimi temsil ettiği için kınasa da benim tezim, öfkelerinin esas nedeni Trump’ın uzun yıllardır süregelen ABD hükümet politikasının dayandığı mantığı ırkçı terimlerle açıkça ifade etmesidir. Buna tam denk düşen bir örnek, Trump’ın 3. Dünya Ülkelerini umursamaz bir göndermeyle “bok çukuru” ülkeler olarak nitelendirmesi olabilir. Bu söz ABD diplomasisinin şimdiye kadar hiç olmadığı derecede dürüst bir içtenlikle söylenmiştir. ABD diplomasisinin dili tüm ülkelerin büyüklük (sanki ABD emperyal bir dev değilmiş ve diğer herkesin üzerinde dikilip canavarca onlara saldırmıyormuş) ve (Üçüncü Dünya gecekondularında yaşamayı saygıdan yoksunluk olarak iddia etmiyormuşçasına) saygınlıkta eşit olduğuna inanıyormuş gibi kurgulanmış olsa da aslında alttan alta bir kibirle uluslararası ilişkilerin gerçeğini gizlemektedir.
Trump, elbette dürüst bir insan olarak nitelendirilemez. Hatta, en başından beri sahtekardır. Ancak bu onu en amiyane tanımla bir politikacı yapar. Yine de diğer politikacılardan farklı bir biçimde yalan söylemektedir. Bu yalanlarının diğerlerinden ne sayıca daha fazla ne de daha kötü olduğu anlamına gelir. Yalanlarının aykırılığı pek çok politikacının imtina ettiği konulardaki konsensüsten uzak olmasından kaynaklanır. Alışıla gelmiş politikacılar yerleşmiş belli bir şiarın çerçevesi dışına çıkmadan yalan söylerken, aksine, Trump’ın yalanları, gerçekle bir alakaları olmasa da onu ifşa edecek bir biçimde tam da bu şiara meydan okumaktadır. ABD’li Marksist Chris Cutrone da “Neden Trump olmasın?”, ne de olsa “Trump yalan söylediğinde yine de yalanları gerçeği söylemiyor mu?”[11] diyerek aynı şeyin altını çizmiştir. Cutrone, yazısında örnek olarak Trump’ın ABD’de işsizlik oranın %20 olduğu iddiasını veriyor. Muhalifleri ise resmi istatistiklerin bu sayıyı %5 olarak gösterdiğini söylüyorlar. Her ne kadar Trump’ın söylediği oran uydurma bir sayı olsa da, yine de, resmi işsizlik sayıları kaç insanın iş sahibi olduğu veya olmadığı ile ilgisi olmayan (işsiz sayılan pek çok insan gelir elde ettikleri ekonomik aktivite de bulunurken, aslında işsiz olan pek çoklarının ise çalışıyor gözüktüğü) bürokratik bir ölçüm ve sonuçta da insanların doğrudan tecrübe ettikleri ABD’nin %5’inden çok daha fazlasının işsiz olduğu gerçeği ile örtüşmüyor.
O zaman, Trump’ın gerçekten ABD’li diğer politikacılardan farklı bir retoriği var. Bu bir doğru olarak karşımızda durmakta: Başarısına rağmen kimse Trump’a öykünüyormuş gibi gözükmüyor bu nedenle de benzersizliğini korumakta. Trump konusunda benim vurgulamak istediğim nokta bu retoriğin elle tutulur bir farka delalet etmediği: Politikaları kendisinden önceki yönetimlerinkilerle bir süreklilik gösteriyor. Bu konuda bir önceki selefi Obama’ya çok benziyor. Her iki başkan da fark yaratacak bir değişim söz vermesine rağmen bunu gerçekleştirmedi. Her ikisi de görünüşte geçmişin sembollerinden bir kopuş vadettiler (Trump örneğinde gerçekte bu sadece verdiği beyanat yoluyla kendisini gösterirken; sürekli değişime vurgu yapmasına rağmen, Obama’nın farklılığının en güçlü göstergesi belki de ten renginden kaynaklı bilinçaltında yarattığı etki oldu). Her ikisi de semboller üzerinden yarattıkları farklılık vurgusuyla (Trump’ın retoriği, Obama’nın siyahiliği) hasımlarını delilik seviyesinde komplo fantezileri kurmaya yöneltti (Obama örneğinde bu, sözde ABD’li olmadığı söylentisi şeklindeydi, ki bunu dile getiren Trump’dan başkası değildi; Trump için ise bir şekilde Rusya tarafından o koltuğa oturtulduğu iddiası ile oldu).
Bir zamanlar hakikat-sonrası-öncesi[12] diye (gerçekten dürüst ve doğru anlamında) bir siyaset olduğu fikri tehlikeli bir mantıksızlıktır. Hatta, politikada şanlı bir geçmiş mitine başvurmak öyle görünüyor ki Trump muhaliflerinin, Trump ve faşizmle paylaştıkları ortak noktadır. Bunu söyleyerek, -Trump’taki ile neredeyse aynı ölçüde muhaliflerde de pusuya yatmış bir faşizm tehlikesi olduğunu düşünsem de- Trump muhaliflerinin faşist olmakla suçlamaya çalışmıyorum ancak bu fanteziler siyasette o kadar ahvali ardiyeden ki 2016’da Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapalım” sloganı pek ala 2020’de Trump-karşıtı “Direnişin” de sloganı olabilir (di ama olmadı)[13].
Trump karşıtlığına temel olabilecek tek elle tutulur gerekçe en nihayetinde, nezaketin, ABD kamusal söyleminde önemli bir işlevinin olması olabilir. Bunun bir işlevi olduğunu iddia edeceğim, bu işlev ise ABD’nin gerçekte ne olduğunun gizlenmesidir.
Tekno-neoliberalizm
Trump ve faşizm konusunu belki de sadece semantik bir yanılsama olarak görmek gerek: ABD zaten ırkçı ise ona faşist adını koymamız gerçekten gerekli mi? Trump döneminde teşhis koymada yaşanan güçlük, içinde bulunulan durumun normal olarak adlandırılandan bir kopuşu simgelemesi. Bu dikkate değer bir değişim çünkü daha önce buna benzer bir şey yaşandığını düşünmüyorum.
Peki durumu doğru analiz etmemenin tehlikesi ne? Yanlış teşhis öncelikle daha büyük tehlikelerin gözden kaçması riskini ortaya çıkartabilir. Diğer yandan, yanlış teşhisin olumlu ihtimaller doğurması da mümkün. Ve bence tam olarak şu an bu oluyor. Son iki senedir, özellikle özel şirketler muhalif sağ-kanat üzerinde benzeri on yıllardır görülmemiş bir baskı uygulamakta. Sermayenin, bu şekilde, devletin dahi cüret etmediği ölçüde bir güç kullanması uygulanan baskının doğası itibariyle farklı bir biçim almasına neden oluyor. Kızıl Korku örneğinde gördüğümüz gibi, şirketler, kimi zaman devletin yanında rol almakta ama kimi zaman da yazdıkları senaryoları tek başlarına sahneye koymaktalar. Ve elbette, Birleşik devletlerde ilk defa, derin devletin (özellikle güvenlik birimlerini de içerecek şekilde) hükümeti de karşısına alarak gözle görülür bir biçimde kendini belli ettiğini görüyoruz. Liberallerden aşırı sola kadar bütün solun, 4. Güç medyayı da yanlarına alarak, faşizmin bu dönemde büyük bir tehlike olduğu inancıyla sağ-kanat popülizmine karşı alışılmadık şekilde etkin bir biçimde şirketlerle ve derin devletle birlikte saf tutma fikrine sarıldığını görüyoruz. Ben bu iş birliğinde, 1920’lerdeki faşizme karşı etkili bir duruş sergileyememenin hafızalarda hala yer tutması nedeniyle ortaya çıkan bir hiperbolik tepki oluşumu görüyorum. Ancak, bu birlikteliğin, karşı durduğu şeyle benzer şekilde, otomatik olarak aynı hayati tehlikeleri içerdiğine değinerek sözlerime devam edeceğim.
Argümanımı karşısına kuracağım neoliberalizmin, çevrimiçi aşırı sağa karşı görünür bir baskı uygulama eğilimi bence esas tehlikeyi oluşturuyor: Bu tehlike toplumun özel şirketler tarafından ele geçirilmesidir. ABD neo-liberalizminin piyasa aktörlerinin başıboş serbestliğini öngören paradigmasının, savunucularının hayalinin aksine özgürlük değil tekeller üretmesinin mantıken bizi getirdiği nokta burası olmuştur. Bu özgürlüğün etkilerini ABD aşırı sağının sanal olarak platformların dışına atılma fenomeninde görüyoruz. Bu ilk olarak teknoloji tekel ve kartellerinin aldığı kararlarda görüldü: Google (ama esasen Youtube’un sahibi olarak Alphabet), Facebook, Twitter, Amazon ve ağ sunucuları bu süreci başlattılar. Ancak sonrasında bu fenomen Kickstarter, Paypal ve Patreon gibi çevrimiçi ödeme ağ-geçitlerine sıçradı. Hatta 2018’e gelindiğinde başlıca ödeme aracı işlemcileri Visa, Mastercard, Citigrup ve Chasebankaralarında ana akım sayılabilecek David Horowitz Özgürlük Merkezi ve Ulusal Tüfek Derneği de olmasına rağmen muhafazakâr derneklerin verdikleri finansal hizmetleri kullanmasını engellemeye başladılar.
Bugün Batı’da, özel finansal şirketler gibi “ödeme işlemcilerinden” kaçınarak bir şey yapmak gittikçe daha zor hale gelmekte. Her gün biraz daha “nakitsiz toplumlar” haline geliyoruz. Nakit para devlet tarafından transfer edilse ve desteklense de nakit olmayan para sahnesi devlet-destekli olmaktan çıkıyor ve özel şirketler bu alanı bir kartel gibi kontrol edebiliyor. İnsanlar henüz şirketler onları platform-dışı bıraktıkları için aç kalmadılar ama sistematik olarak sağ görüşlü insanların iletişim ve ödeme kanallarından kökleri kazınmakta. Solun sürekli olarak bu önlemler lehine kampanya yapması ise çok safça çünkü kısıtlamaları yapan şirketler, büyük ihtimalle dikkate değer sol amaçlara çok daha düşmanca yaklaşacaklar ve şartlar olgunlaştığında veya gerektirdiğinde sol kanat aktörlere de aynı şekilde davranacaklardır.
Yukarda değindiğim neoliberal koşullara ilişkin Trump, çelişkili bir tutum sergiliyor. Yürütme/Devlet[14] erki Birleşik Devletler’de kısmen anayasal denge ve denetim mekanizmaları, kısmen de devlet aygıtlarının giderek küçülmesi nedeniyle oldukça zayıf (bunun en büyük istisnası ise askeriye, ki eğer ordu, şu an bu savı destekleyecek bir emare olmasa da böylesi bir politik amaca yönlendirilirse tek başına ABD’de faşizmin ortaya çıkma koşulu olabilir). Trump yönetimi, resmi olarak geleneksel sağ-kanat korumacılığına meyilli olsa da ekonomik olarak neoliberal (Trump’ın programında en az direnç gören unsur). Hatta Trump yönetimi, özel sektörün lehine, devletin aleyhine esen, başkanlık koltuğundan ideolojik düşmanlarına güç aktarımını sağlayan rüzgâra kapılmış durumda. Özel sektörün lehine olacak vergi indirimleri Trump’ın mevzuat düzenlemeleri arasında en az muhalefet edilenlerden. Bu da bize Trump yönetiminin neoliberalizmin her zamanki düzeninde devam etmesi temel prensibi üzerine kurulduğunu göstermektedir. Trump’ın statükoyu devam ettiriyor olma (status quo ante) prensibine aykırı tek politikası olan başkanlık kararnameleri ile yürürlüğe koyduğu koruyucu gümrük tarifeleri hiç kuşkusuz anti-neoliberal bir niteliğe sahip. Her ne kadar ABD burjuvazisi tarifeleri istemese de bu politika, ABD özel sermayesinin açıkça lehine sonuçlar doğurmakta.
ABD şirketleri, bir yandan ABD devletinden giderek daha kuvvetli hale gelirken diğer yandan da gittikçe daha fazla kültürel solun değerlerinin hegemonyası altına girmekte; yüksek sesle ırkçılık karşıtlığını dile getirmekte, cinsiyetçiliği ve homofobiyi kınamaktalar. Liberal solun bu başarısı kısmen ABD şirket kültürüne açtığı davalar sonucunda oluyor. En nihayetinde ise bu durum şu temel paradoksu üretiyor: Trump bu şekilde devam ettikçe kendisine düşman olan “sosyal liberal” düşünceye kendi eliyle güç aktarmış oluyor. Elbette, bu da Trump’ın kişisel olmasa da politik sadakatinin toplumsal muhafazakâr gündeme değil kapitalizme ait olduğunu gösteriyor.
Kültürel olarak sol kanat, ekonomik olarak da (aşırı serbest piyasa anlamında) aşırı sağ teknoloji şirketleri tarafından baskı altına alınmış bir dünyanın yükselişini görmekteyiz. Bu durum, kültürel bakımdan aşırı derecede muhafazakâr ve devletçi, uygulamada öyle gözükse de gerçekte anti-kapitalist olmayan faşizmin karşıt kutbudur. Teknoloji şirketleri (sonuçta teknoloji karşıtlığı anlamına gelen geleneksel sosyal yapıları yükselten) kültürel muhafazakarlığa ve devlet müdahalesi anlamına gelecek her şeye muhalefet etmekte. Dolayısıyla pek çok teknoloji kodamanının aşırı sağın nefret ettiği tüm azınlık biçimlerini temsil ettiği düşünüldüğünde bu şirketlerin aşırı sağ antipatisine çok da şaşırmamamız gerekir.
Bir politik hareketi tanımlarken müneccimlik yapmak istemiyorum. Ama bugün artık –kimi zaman geri adım atmak zorunda kalsa da- neoliberalizmin apaçık bir şekilde hegemonik olduğu görülmektedir. Neoliberal politikaların bizi hızla bir çevre kıyametine sürüklediği de tartışmasız biçimde ortadadır: Bu gidişi geriye çevirmek için bazı neoliberal hükümetlerce alınan önlemler ya yetersiz ya da artık çok geç kalmıştır. Özellikle Anglosfer’de bazı hükümetler gerçek etki yaratacak adımlar atmayı reddetmektedir. Böyle bir durumda asıl tehlike faşizmin olanaklılığı değil neoliberalizmin yarattığı gerçekliktir.
Türkiye’de ise, başka pek çok yerde olduğu gibi, tam tersine faşizm, neoliberalizmden gerçekte daha büyük bir tehlike olabilir. Bu bağlama uygun düşen davranış da faşistlere karşı neoliberallerle ortak hareket etmek olabilir. Birleşik Devletler’de ise öcü olarak gösterilen faşizm imgesi sol-neoliberaller tarafından karşı görüşlere üstünlük sağlamak ve neoliberalizmi desteklemek için sürekli beslenmekte. Bu oyuna dahil olan aşırı sol, neoliberalizmle taktik iş birliğine gidecek kadar körleşmiş durumda. Tekno-burjuvazinin gözünde sanal zekâ ve robotikleşmiş üretimin gücü arttıkça dünyadaki insanların çoğunluğu gereksiz hale gelmekte. Bence buradaki tehlike artık küresel ölçeğe dayanmış durumdadır.
Şu an pek çok kişi içinde bulunduğumuz duruma bakarak neoliberalizm ve faşizmin birbirlerini dışlayıcı eğilimler olmadığını düşünebilir. Giroux, Trump’ın neoliberal faşizmin gelişini simgelediğini uzun uzadıya tartışmaktadır. Bense kavramların kendi içinde çelişkili olduğu hissine kapılıyorum. Faşizm özgürlükçü değildir. Biraz daha açacak olursam, Foucault faşizmin “parti yönetimselliğinin” bir durağı olduğunu ve neoliberalizmin ise piyasayla göbek bağıyla bağlı bir yönetimsellik olduğunu söylemektedir[15]. Trump’ın bir yere kadar bu bakımdan neoliberal olduğu söylenebilir. Kesinlikle bir parti adamı da değil. Kendi partisini kurabileceği belki iddia edilebilir ama böyle bir emare de gözükmüyor.
Bence Giroux’nun faşizm teşhisi neoliberalizm teşhisinden bağımsız, her yerde birlikte karşısına çıktığı için ikisini birbiriyle ilişkilendirmekte. İkisi arasındaki ilişki analitik bir bütünsellikten çok tesadüfi bir denk gelme durumu. Neoliberalizm tartışmasız bir şekilde gözümüzün önünde tezahür ederken faşizm aydınlık bir pencere önündeki ince tül gibi. Ben ayrıca ikisinin uyumlu bir ikili olduğunu da düşünmüyorum. Birisinin seyreldiği yerde ancak diğeri yeşerebiliyor. Bu faşizmin kapitalizmle değil ama neoliberalizmle uyumlu olmadığını göstermektedir.
----------------------------------------------------------------------------------------
[1] Metin, Uluslararası Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu’nda sunulmak üzere hazırlanmış bir konuşma için tutulmuş notlardı. Türkçe’ye çevirirken bir yandan konuşma niteliğini bozmamaya çalıştık ama diğer yandan da düz metne döndürme gereğiyle kimi yerlerde metne müdahalede bulunma ihtiyacı hissettik. Bu nedenle, her ne kadar yazarın kastı dışına çıkmaktan imtina etmeye çalışsak da bazı yerlerde metni yorumlamak ve metne dolgu yapmak zorunda kaldığımız durumlar oldu. Ayrıca metin, çevirmenin eline çok daha anlamlı olacak, erken bir tarihte ulaşmasına rağmen çeviri de çok gecikti. Bu nedenle çevirmen tabii en başta metnin yazarı Mark Kelly’den sonra Siyasalİktisat.com'dan ve siz okuyuculardan özür diler. Ve ayrıca Kelly’e bu metni yayınlamamıza izin verdiği için de teşekkür ederiz (ç.n.).
[2] İngilizce konuşulan ve daha çok Britanya ile tarihsel bağları bulunan Birleşik Krallık, ABD, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada gibi ülkeler (ç.n.).
[3] Alain Badiou, Trump (Cambridge: Polity, 2019); John Bellamy Foster, “Neofascism in the White House,” Monthly Review 68:11, 2017; Judith Butler, “Reflections on Trump” Hot Spots, Fieldsights, 18 Ocak https://culanth.org/fieldsights/reflections-on-trump, 2017; William E. Connolly, “Trump, the Working Class, and Fascist Rhetoric,” Theory & Event 20:1, 2017.
[4] Michel Foucault, “On the Genealogy of Ethics,” in Hubert L Dreyfus and Paul Rabinow (eds.), Michel Foucault: Beyond Structuralism and Hermeneutics (Chicago: University of Chicago Press, 1983), s. 231.
[5] Ibid., s. 232.
[6] Orijinal metinde yazar bir kişi hakkında iddia edilen ama aktaranın hemfikir olmadığı kişiye atfedilen bir özellik anlamındaki Fransızca kökenli soi-disant kelimesini kullanıyor. Kelly burada ileride ayrıntılı olarak tartışacağı ve karşı çıkacağı Trump’ın faşist olduğu iddiasına önceden bir gönderme yapıyor (ç.n.).
[7] ICE raporuna göre Trump’ın tüm bir yıl boyunca başkanlık yaptığı ilk yıl olan 2018’de 256,085 sınır dışı edilme oldu (https://www.ice.gov/doclib/about/offices/ero/pdf/eroFY2018Report.pdf). Buna kıyasla Obama’nın başkanlığı sırasında sınır dışı edilmelerin zirve yaptığı 2012 yılında ICE raporuna göre 409,849 sınır dışı edilme yaşanmıştı (https://www.ice.gov/removal-statistics/2016#wcm-survey-target-id).
[8] Konuşma metinlerini çevirmenin bazen zorlaştığı durumlar mevcut. Burada ingilizce metinde Kelly “relatively clear” demekte, kendi içinde çelişkili olsa da olduğu gibi çevirdik. (ç.n.)
[9] Kelly, orijinal metinde bizim tırnak içerisindeki kelimelerimiz yerine sırasıyla “autists”, “incels (involuntary celibate)” kavramlarını kullanıyor. Olabildiğince Türkçeye “uygun” bir dille çevirmeye çalıştık. Meme kelimesini karşılığını ise çevirmen kendisi bir sosyal medya özürlüsü olduğu için anlamamış ve dolayısıyla bulamamış ve mim ve mimlemek olarak çevir(eme)miştir (ç.n.).
[10] Kelly doğrudan “disloyal” hain kelimesini kullanıyor. Biz “itham edileni” eklemeyi uygun gördük. (çn)
[11] Chris Cutrone, “Why not Trump?”, Platypus Review 89 (2016), https://platypus1917.org/2016/09/06/why-not-trump/
[12] “pre-post-truth”
[13] Çevirmen metni ancak Ekim 2021’de çevirmeyi bitirdiği için biliyoruz.
[14] Kelly burada her ne kadar metinde sadece “state” kavramına yer verse de liberal sistemlerde bir yandan devlet kavramı bütün erkleri kapsayacak şekilde tanımlanabilirken diğer yandan anayasal denge ve denetim mekanizmaları özellikle başkanlık sistemlerinde devletin sadece bir parçası olan yürütme erkini sınırlamak için kurulmuştur. Bu nedenle çeviriyi yaparken Kelly’nin vermek istediği anlamı tam olarak okuyucuya aktarabilmek için her iki kavramı da çeviri metninde belirttik (ç.n.).
[15] Michel Foucault, Security, Territory, Population (Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2007).
Comments