Gülmek, insanın en güzel hasletlerinden biri; yüzün esas cevheri. Dahası gülmek, neşelenmek, hatta ağız dolusu bir kahkaha, hayatın akışı içerisindeki envai çeşit hayal kırıklığına, aşındırıcı hücuma karşı yeri geldi mi savunmaya, yeri geldi mi atağa yarayan çok güçlü bir enstrüman.
Üstelik de tarih boyunca iktidarın hedef tahtasında hep! Kahkahayı zapturapt altına almak asli gündemlerinden biri olmuştur daima iktidarın. Anımsayalım: Umberto Eco, Gülün Adı’nda insanı maymuna yaklaştırdığı, ciddiyetin cilasını bozduğu ve erkekleri kadınsılaştırdığı için kahkahanın düşmanlarının ellerini kana bulamaya ne denli hazır olduğunu göstermişti.[1] Gülmeyi cinsiyetlendirerek aşağılamaya çalışmak, kendi sığlığını başkasında temize çekmek için başvurulan kullanışlı stratejilerden biri olageldi. Kadınların kahkahasına iffet ölçütü koymaya kalkışan yakın tarihli sakil girişimleri hatırlayalım.
Bugünlerde, yani aşısız ve manasız karantinaların karanlığında hemen hepimizin hava ve su kadar ihtiyaç duyduğu bir şey gülmek, şüphe yok. “Tükenmişlik sendromu” bir zengin rahatsızlığı olmaktan çıktı. Dahası gülmenin, mizahın, ironinin anlamaya katkısı apaçık: Friedrich Nietzsche, kavramanın (intelligere), gülme (ridere), acıma (ludere) ve iğrenmenin (detestori) bir bileşimi olduğunu söylemişti. Gülmek, zihinsel bir mesafelenme, askıya alma biçimi; kavramanın bileşenlerinden birisi. Dolayısıyla bizi meselenin sıcaklığıyla gözden kaçanlardan, yakıcılığında yanılmaktan koruyan; onu serinlikle tartmamızı sağlayan bir istikameti de var.
Ne var ki, şunu unutmamak gerekir: Gülmek, kavramanın yalnızca bir biçimi, bir bileşeni. Bugünlerde gülmek, muhalif cephede düşünmenin, konuşmanın, söz üretmenin giderek baskın biçimine dönüşüyor; adeta hegemon bir duygulanım ifadesi halini aldı. Hemen her mesele, her biri birbirinden yaratıcı yüzlerce esprinin konusu oluyor; böylelikle konuşmanın gitgide zorlaştığı bir iklimde sosyal medya gündeminin üst sıralarına sızmayı başarıyor. Ne de olsa “Silivri soğuktur.” Muhalefetin gündeminde esastan yer alması gereken meselelerin çoğu, muhtelif ironi enstrümanlarınca hışırı çıkana kadar çiğneniyor. Bir sonrakine kadar… Bu usulden müdahale, her geçen gün bayağılığın yepyeni zirvelerini tecrübe edenlerin ilk tercih ettiği konuşma biçimi oldu gibi görünüyor.
Ciddiyet celbine gerek yok. Gülmek, bittabi muhalif bir potansiyele sahip; hele de “şimdi gülme sırası bizde” diyenlerin sırasının bir türlü geçmediğini gördükçe insanın daha çok sığınası geliyor içine. Üstelik bu sığınağın karşı ateşe de müsaade ettiğini yakinen biliyoruz: Gezi, neşenin güçlü bir muhalefet enstrümanı olduğunun açık bir kanıtıydı; kahkahanın sokaklara eşlik ettiği.
İroninin, gerçeği kendinden daha güçlü bir şekilde ifade etmekte önemli bir araç olduğunu biliyoruz. Hakkını yememek, endişeye mahal vermemek lazım: Fazla ciddiyet cildi bozar. Ne var ki bu dermatolojik uyarı, cildimiz hususunda hakikaten endişeleniyorsak başka hassasiyetlerimiz de olması gerektiğini hasır altı etmemeli. Gülerken neleri berhava ediyoruz? “Araştırmanı öneririm.”
Gülmek, bir kavrama yordamı olmaktan çıkıp bir katlanma ve katharsis aracı olmaya başladı bir süredir. “Siyasi rehabilitasyonun parçası olarak goygoy”[2] muhalefetin asli aracı; karşı durmanın, olup bitenin saçmalığına diklenmenin ana arteri! “Goygoy yapmak”, ilk anlamını terk edip tümden ikinci üçüncü anlamlarına terk edildi; o anlamlardan biri de “dilencilik” esasında. Dolayısıyla bu “goygoy ahvali”nin, bir yandan da hakiki bir muhalefet talebi; çaresizliğin yarattığı öfkeden “gülmeseydim çıldıracaktım” diyerek kurtulmaya çalışan bir ruhun dinginleşme dileği olduğu açık.
Üstadın dediği gibi, “kahkaha bizden yana” elbet; ama bu, ciddiyetin elini tümden bırakmak manasına gelmiyor. Hele de ciddiyetten usanmanın ağır bedeller taşıdığı bu puslu havada… Sinik ayartmalara pabuç bırakmayan bir düşünme biçimi, kahkahayı da ciddiyetle korumaya gönüllü olmalı sanki; üstelik bu, bazen gülmemeyi gerektirse bile…
___
[1] Bu konuda bir tartışma için Yasin Karaman’ın Eco üzerine bir kitap eleştirisinin çok ötesine geçen derinlikli yazısına, bilhassa da dördüncü dipnotuna yakından bakmak iyi olabilir: “Postille: Eco’dan Sonra Gülün Adı”, Moment, 2016, 3(1): 265-272, http://www.momentdergi.org/index.php/momentdergi/article/view/178/336. [2] Bu ifade ve kişisel bir sohbetimiz esnasında hiç farkında olmadan yazının başlığını hediye ettiği için Kansu Yıldırım’a müteşekkirim.
Comments