top of page
Writer's pictureSiyasal İktisat

TÜSİAD’ın kulturkampf Perspektifi ve Sermayenin Kültür Savaşı - Kansu Yıldırım

Türkiye’de merkez siyaseti şekillendiren parlamenter demokrasi ve bunun varyantlarını içeren siyasal alanın oluşumundaki etkili faktörlerden birisi kültürel pratikleri, edimleri, aidiyetleri, vd. içeren kültürel hegemonyadır. Kültür, Terry Eagleton’ın belirttiği üzere modern çağın “tanrısı” haline gelmiştir. Ne var ki, kültür, toplumsal uzlaşmaların ya da çatışmaların temel dinamiğinde bulunan sınıf-belirlenimli ilişkilerin ürünüdür. Yığınların sınıfsal koordinatlarını işaretleyen bir mühür ya da gerektiğinde yara izine bürünen kültürü “tanrı” katına çıkartanlar ise, sınıf mücadelelerinin yerini kültürel mücadelelerin aldığına dair hâkim söylemi üretenlerdir. Kültürel mücadelelerin, çatışmaların, ayrışmaların, ezcümle kulturkampf olarak nitelendirilebilecek operasyonel siyaset biçiminin gündelik yaşamın ve kurumların her tarafına yerleştirilmesi ve her yerini işgal etmesi rastlantısal değildir.


AKP’li siyasetçilerin “kültürel hegemonya kuramadık” cümlesini muhaliflik adına ilgili ilgisiz her yerde alıntılayan, kültür kavramını kendi dünyalarının konfor alanlarındaki (içki masası, tiyatro, sinema aktiviteleri, çok kitap okuma, çok lisan bilme, tahsil…) ritüellerden ibaret sayanların da tarafı olduğu kulturkampf, hem iktidarın hem de muhalefetin özdeşlik kurma yeteneklerine göre farklı görünümler kazanmaktadır. Siyasal İslamcı, muhafazakâr, milliyetçi kesimler dinsel/etnik/törel/moral değerler üzerinden mühimmat stoklarken bunun karşısına kendisini koyanlar, liberal demokratik normların sınırları dâhilinde bireysel özgürlüklere atıfla savunma çizgisindedirler. Sağ kulturkampf toplumun farklı kesimlerini içerip aynılaştırarak (gerektiğinde bazılarını tasfiye ederek) büyük dönüşüme, sol kulturkampf ise sağın etkisini ve kapsayıcılığını azaltarak farklılıklara odaklanmaktadır. Sol kulturkampf, AKP’nin kuramadığı kültürel hegemonyayı kendilerinin de sahip olamadığı bir şeye dönüştürerek, kültürel hegemonya kavramını asla ele geçirilemeyen bir tür arzu nesnesine çevirmektedir. Kültür ve kültürel hegemonya kavramlarını sulandıran, bağlamından koparan ve tarihsizleştiren sağ ve sol kulturkampfçılar, tüm toplumsal sınıfsal uzlaşmazlıkları liberal bireysel özgürlükler alanı içerisinde (hukukun üstünlüğü, farklılıklara tolerans ve saygı eşliğinde) çözülebilecek sorunlar olarak görmektedir.


TÜSİAD’ın Küresel Siyaset Forumu Dizisi kapsamında Ersin Kalaycıoğlu tarafından yazılan “Kültürel Kimliklerin Ürettiği Ayrıklar ve Siyaset” başlıklı makale, yukarıda andığım kulturkampf perspektifini yeniden üreterek siyasetin çekirdeğinde yer alan uzlaşmazlıkları ve çatışmaları merkez-çevre ikiliğinde ele almaktadır. Son zamanlarda artan konser, etkinlik ve mezuniyet töreni yasakları, sanatçıların hedef gösterilmesi ve tutuklanması, konserlerinin iptali, Kürtçe tiyatro oyunlarına getirilen yasaklar, Alevi kurumlarına yönelik saldırılar göz önüne alındığında, TÜSİAD bünyesinde kültürel çatışmaya dikkat çeken ve bir arada yaşamaya (coexistence), birlikte yaşamaya (togetherness) referans veren bir çalışmanın yayınlanması ilgi çekicidir.


Kalaycıoğlu yazısında bu coğrafyada yer alan ayrışma noktalarına dair kronolojik bir aktarımda bulunurken, S. Martin Lipset ve Stein Rokkan’ın kullandığı “ayrık” ifadesini tercih etmektedir. Lipset ve Rokkan’a göre, “toplumların sosyo-ekonomik ve kültürel dokularına göre bu ayrıklar ortaya çıkmakta, bağdaştırılması kolay kolay mümkün olmayan ve çok uzun süre varlıklarını sürdürecek biçimde, içinde oluştukları toplumu en az ikiye ayırmaktadırlar.”[1] Türkiye’nin kendi sosyo-ekonomik ve siyasal gelişiminde de bu ayrıkların ortaya çıktığını yazan Kalaycıoğlu, geniş toplum kitlelerini derinden etkileyen, kolayca bağdaşamayacak biçimde ayrıştıran ayrıkların tezahürleri olarak “1970’lerdeki siyasal istikrarsızlık döneminde Kahramanmaraş, Çorum, Tokat ve Sivas gibi illerdeki olaylar” ve “en son 1993’teki Sivas Madımak Oteli katliamından” bahsetmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne ayrığa yol açan süreci şöyle ifade etmektedir:


“Zamanla dünyevileşme (sekülerleşme) etkisiyle bilimi ve aklı kullanarak hayatı anlamak ve anlamlandırmakta olanlarla; bunların karşısında Sünni İslam yorumu olarak dini, muhafazakâr değerlere atfen hayatı anlayan ve anlamlandıranlardan oluşan iki kültürel topluluk / zümre oluşmuştur. Din ve dine ait zihniyet, değerler ve inançların biçimlediği kimlikler hem mezhepler arasındaki ilişkilerden etkilenmeye hem de onları etkilemeye devam etmiştir. Eşanlı olarak Sünni mutekitlerle; görgül ve giderek bilimsel olarak dünyevi düşünce ve değerlere sahip olanlar (sekülerler) derinleşen bir ayrışma yaşamışlardır. Bu kimlik farklılıkları ve ayrışması siyasal çatışmalara da dönüşmüştür.”[2]


Tarihsel olarak kurumsal siyaset (devlet) ve kurumsal din (kilise) arasındaki çatışma alanlarının ve ayrılıkların siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisinde sekülerlik – mütedeyyinlik çatışması olarak irdelendiğini söyleyen Kalaycıoğlu, bu süreci kulturkampf kavramıyla tanımlamaktadır: “Türkiye’de hem mezhep, hem de Sünni mutekit – seküler değerler farklılaşması ve çatışması değişik tür kulturkampf olguları olarak görülebilir.” Kalaycıoğlu, bu aşamadan sonra bir diğer ikilik olan “iyi toplum imgesi”ne geçer. Merkez-çevre ikiliğinin detaylandırıldığı bu kısımda seküler, pozitif bilim, ussal (rasyonel, akılcı) ve yasal düşünce ile gelenek, din (özellikle Sünni İslam), muhafazakârlık esaslı bir almaşık olan iki farklı toplum imgesinin olduğunu aktarır.


Kulturkampfın Osmanlı’daki ve yakın dönem siyasi tarihindeki yansımalarını hızlı bir şekilde geçen Kalaycıoğlu, yazısının sonuç bölümünde neo-patrimonyal sultanizmin egemen olmasından ötürü Şerif Mardin’in andığı türden merkezin artık var olmadığını belirtmekte, “siyasal mücadeleyi kazanmış ve Merkez’i alt etmiş ve artık kendi ütopyalarını topluma egemen kılmayı kendilerinde hak görürken, birdenbire Kenar’ın tüm farklı fay hatlarının ayrıştırdığı seçmen blokları ve onların öncülüğünü yapan yeni siyasal figür ve liderler yeni yeni taleplerle karşılarına dikilen” siyasetin olumsuzluklarına işaret etmektedir.


“Onun için bu tür bir toplumsal-siyasal yapı sultanizm gibi tek kişinin takdiriyle karar alınan bir siyasal sistemle yönetilmeyi daha da zorlaştırmaktadır. Bu tür bir çoğulcu kültürel oluşumun toplumda bir merkezkaç kuvvetine tabi olarak parçalanma yaratmadan bir arada yaşamı sürdürebilmesi için en etkili ve totaliter olmayan rejim temsili demokrasi uygulamasıdır. Yasama organında olabildiğince her seçmen kesimini temsil eden siyasal parti ve hareketlerin seçmenden gördükleri destek ölçüsünde seçilmelerini sağlamak, onları dışlamayan bir çoğulcu siyaset ortamına yol açabilmektedir. Bu ortamın demokrasi olarak çalışması söz konusu siyasal hareket ve partilerin bir arada yaşamayı kabul etmeleri ve uzlaşarak yönetmeye eğilim göstermeleri ile mümkündür.”[3]


Türkiye kapitalizminin egemen sınıfının öz-örgütü bünyesinde yayımlanan bu yazı, siyasal sisteme ve idare anlayışına yönelik bir eleştiridir. Ancak eleştiri klasik TÜSİAD utangaçlığına uygun şekilde yapıldığından, 20 yıldır iktidarda olan AKP’nin ve Erdoğan’ın isminin anılmadığı eleştiri, teorik vaka silsilesinden oluşan bir yığından ibarettir. İktidara yönelik eleştiriyi kulturkampf kavramına yaslanarak dile getirmeleri ise birkaç boyutta incelenmelidir. Kalaycıoğlu yazısının sonuç cümlesinde “kültürel fay hatlarıyla bu kadar parçalanmış bir siyasal sistemin hukuk devleti ile bağdaşık demokrasi olarak başka türlü varlığını sürdürebilmesinin oldukça zor” olduğunu söylemektedir. Çünkü yazısında kulturkampfın kitleleri siyasal hedeflere yönlendirmek, örgütlemek ve belli davranışlarda bulunmak için önemli bir kültürel hazine veya kaynak oluşturduğu açıklıkla ifade edilmektedir.


Büyük sermayenin kültür alanı üzerinden söz söylemesi gerçek anlamda kültürel hegemonyayla ilişkilidir. Kültürel hegemonyayı köşe yazılarında veya sosyal medya paylaşımlarında çocuksu bir heyecanla AKP’nin oynayamadığı bir oyuncağa benzetenleri dışarıda bırakırsak, kavram yönetsel kapasiteye işaret etmektedir. Razmig Keucheyan, “kültürel hegemonya” kavramının entelektüellerin ya da muhalif yöneticilerin ana-akım medyadaki bitmek bilmeyen söylemlerini değil, bir partinin sınıf bilinci uyandırmak suretiyle geniş bir toplumsal kesim yaratma ve yönetme kabiliyetini ifade ettiğini belirtmektedir.[4] Kültür, sınıf savaşında ekonomi ve siyaset cephelerinin yanındaki cephelerden bir tanesi olup, sermayenin üretimi ve gündelik yaşamı kontrol altına almasını sağlayan ideolojik yeniden üretimin etkili bir aracıdır.


Kalaycıoğlu’nun tarihsel bağlamda sekülerlik-mütedeyyinlik arasında kurduğu ikiliği, güncel siyasette neo-patrimonyal sultanizm ile demokratik liberal sosyal uzlaşma arasındaki ikiliğe doğru çekmesi, kültür kavramının daraltılmış yaşam tarzı olarak ifadesine tekabül etmektedir. Kültür kavramının darlaştırılmış yaşam tarzı olarak tanımlanması ilk olarak Fransız Devrimi sonrası Avrupa’da kapitalistleşme süreçlerinin siyasal dönüşüm baskılarına karşı koymak isteyen Alman aristokratları tarafından dillendirilmiştir.[5] Büyük sermayenin organik aydınlarının ısrarlı şekilde kültürü liberal bireysel özgürlüklerden müteşekkil yaşam tarzına indirgemeleri kulturkampfın etki alanını güçlendirerek kolektif sınıf siyasetini etkisizleştirmeyi amaçlamaktadır.


Raymond Williams “burjuva kültürü”nü, temel bireyci fikir ve onu temel alan kurumlar, davranışlar, düşünce alışkanlıkları ve yönelimler olarak tarif eder.[6] Williams’ın tespitini genişletirsek, kültürel pratikler burjuva kültürü formunda, sermaye fraksiyonları arasındaki ve sermayenin emekçi sınıflarla arasındaki sınır çizgilerini belirginleştirmektedir. İşyerinde çalışma kültürü, okulda eğitim kültürü, parlamentoda siyasal kültür vb. formlarda karşımıza çıkan etik-politik kodların asli özelliği, sermayenin buyurgan, emekçilerinse edilgen pozisyonda kalmasını sağlamaktır. TÜSİAD’ın ve organik aydınlarının kültürün sınıfsal çıkarlar ve talepler üzerine kurulu içeriğini liberal özgürlükler alanına hapsedip kadükleştirerek kulturkampf üzerinden okuması bu durumla ilgilidir.


Neo-patrimonyal sultancılık, tek adamcılık, rekabetçi otoriterlik, plebisiter diktatörlük, vb. mukim siyasal sistemi ister skolastik ister ajitatif nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar, liberal paradigmanın merkez-çevreyi bir şekilde yeniden üreten tüm yorumlama biçimleri, sınıftan kaçışın birer veçhesidir. Samir Amin, Samuel Huntington’ı eleştirdiği bir makalesinde, dünyanın bölgeleri arasındaki farklılıkları açıklayabilecek gerçek anahtarların kültür alanının dışında yer aldığını yazmıştır. Amin’in eleştirisindeki kilit noktalarından birisi kulturkampftan beslenen siyasetin eleştirisini içermektedir. Amin’e göre sistemli bir kültürler arası çatışma yoktur, temelde başka bir mahiyet taşıyan, ama bazıları kültürel boyut da içeren çatışmalar vardır.[7] Bu nedenle, bir halk mücadelesinde gereken stratejiyi tanımlamak için, kapitalizmin çelişkilerini ve içinden geçtiğimiz tarihsel dönemde bu çelişkilerin aldığı biçimi analiz ederek işe başlamamız gerekmektedir.


-----------------------------------------------------------------------------

[2] “Kültürel Kimliklerin Ürettiği Ayrıklar ve Siyaset”, sf. 5-6.

[3] “Kültürel Kimliklerin Ürettiği Ayrıklar ve Siyaset”, sf. 8.

[4] Razmig Keucheyan, “Kültür Savaşı Nedir: Kültürel Hegemonya Kavramının Yanlış Kullanımları Üzerine”, çev. Akın Terzi, https://www.e-skop.com/skopbulten/kultur-savasi-nedir-kulturel-hegemonya-kavraminin-yanlis-kullanimlari-uzerine/3863.

[5] Terry Eagleton, Kültür Yorumları, çev. Özge Çelik, Ayrıntı Yayınları, 2005, sf. 20-22.

[6] Raymond Williams, Kültür ve Toplum, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İletişim Yayınları, 2017.

[7] Kısaltılmış çeviri Samir Amin, “Emperyalizm ve Kültüralizm Birbirini Tamamlıyor”, çev. Elçin Gen, https://www.e-skop.com/skopbulten/emperyalizm-ve-kulturalizm-birbirini-tamamliyor/3891.

951 views0 comments

Comments


bottom of page